SEYİR DEFTERİ/Yeniden Saraybosna
SEYİR DEFTERİ/Yeniden Saraybosna Nedim Gürsel Milliyet 20 Ocak 2008
Ara sokaklar geceleyin hâlâ karanlık ama tramvaylar işliyor işte, arabalar da öyle, yaşam geri dönmüş Saraybosna'ya. Belki de savaş hiç olmadı. Bir karabasandı gördüğüm
NEDİM GÜRSEL
Dünya değişiyor, nüfus çoğaldıkça kırsal alanlardan kentlere göç de yoğunlaşıyor, geçen yüzyılın metropolleri megapollere dönüşüyor. Değişmeyen yalnızca bu kent, geçen yıl ya da 13 yıl önce nasıl bıraktıysam öyle. Yine aynı parkta, ağaçların altındaki kahvedeyim. Hava yine güneşli, yazdan kalma nefis bir güne başlamanın sevinci kaplıyor içimi, keyfim yerinde. Savaş biteli 13 yıl olmuş. Uğurdur. Başçarşı'nın kurşun kubbelerinden bir güvercin havalanıp buraya dek gelmeyeceğine, gölgesi parktaki mezar taşlarına düşen heybetli kestane ağacının bir dalına tüneyip başıma pislemeyeceğine göre, aradan geçen 13 yıl uğur sayılır. Aslında uğursuzluk rakamlarda değil, insanoğlunun içinde. Savaşı icat eden, toplu kıyımlar yapan, gözünü kırpmadan sivil halkı öldüren insanoğlunun kalbinde. "Onların kalplerini mühürledik." Bu ayetin Boşnakçası yazılıydı bir mezar taşında ama ben ilk kez Meşa Selimoviç'in "Derviş ve Ölüm" adlı romanında tanışmıştım bu sözlerle. Aynı kitapta okuduğum "Geniş yeryüzü onlara dar geldi. Yüreklerinde yalnızlık ve sıkıntı duydular" cümlesiniyse öylesine çok sevmiştim ki, Seyir Defteri'nin başına koymuştum. Mezar taşı belli ki yeniydi, başında sarık yoktu çünkü. Mermere kazınmış tarihlere baktım. 1968-1993 yazıyordu. 25 yaşında ölmüştü demek ki, savaşın ilk yılında. Şimdi dile gelse, acısını, isyanını, öfkesini, bu dünyaya doyamadan bir keskin nişancının, hedefini hiç ıskalamayan bir Sırpın kurşunuyla nasıl can verdiğini anlatsa. Ama ölüler susar. Ne bir ses ne bir haber verirler. Ölüler ziyaret edilmeyi bekler yalnızca. Ben de öyle yaptım eğlenceye gitmeden önce. Parktaki taze mezarları teker teker dolaştım.
Gökten bomba yağıyordu Savaş sırasında buraya geldiğimde kuşatma altındaydı kent. Gökten rahmet değil, bomba yağıyordu. O zaman Saraybosna ölüm tehdidi altındaydı ama ben 13 yıl daha gençtim. Şimdi ölüm tehdidi altında olan benim. Her gün ölüme bir adım daha yaklaşan... Dün gece Milyaska boyunca yürürken yapraklarını çoktan dökmüş çınarların altında kendimi dinç hissediyordum oysa. Önümde uzun, Senatör'de erik rakısı eşliğinde tüketilmeyi bekleyen kış gecesi vardı. Savaşta da açıktı bu diskotek, şimdi de öyle. O zaman da birbirinden güzel, endamlı Boşnak kızlarıyla dolup taşardı, şimdi de öyle. "O Kış Saraybosna'da" öykümü Senatör'de yazmaya başlamış, sabaha karşı dostum Sedat Fetahagiç'in evinde bitirmiştim. Bir şişe erik rakısı ve Saraybosnalı dostların eşliğinde elbet. O dostların çoğu yaşamıyor artık. Yalnızca mezar taşları yok Saraybosna parklarında; küçük heykeller, yazarların büstleri de var. Meşa Selimoviç'in büstünü bu gelişimde keşfettim. Gün ışığında iyice belirgindi. Biraz aykırı duruyordu sanki, başka bir ülkeden gelmiş gibi. Yüz çizgileri de buranın insanlarına benzemiyordu. Nasılsa dikkatimi çekmemiş daha önce, oysa yıkım günlerinden sonra da yolum birçok kez düşmüştü bu parka. Geceleyin yalnız dolaştığım da olmuştu, savaşta tanıştığım o genç kadınla da. Bir Sırp delikanlısını sevmiş, ayrılık ve ölümün acısını tatmıştı. Sevgilisi kendi halkına karşı Saraybosna'yı savunurken ölmüştü. Vuk'tu adı yanlış anımsamıyorsam, yani Kurt. Bana, adına inat, bir kedi kadar yumuşak, karıncayı bile incitmeyecek yaratılışta olduğunu söylemişti.
Ata yadigarı bir kent Kim bilir, belki de doğru değildi anlattıkları. "O Kış Saraybosna'da" öykümde söz ettim bu genç kadından, "genç" dediysem söz gelişi elbette, aradan 13 yıl geçti. Şimdi o da "yolun yarısını" çoktan geçmiştir. Holiday Inn'deki odam herhangi bir büyük kentin otellerindeki konforu aratmayacak nitelikte. Banyo ve sıcak su örneğin. Savaş zamanında nasıl da eksikliğini hissetmiştim. Zaten birkaç cesur gazeteciden başka kimse yoktu otelde. Ben de fazla kalmadan yazar dostum Sedat Fetahagiç'in evine taşınmıştım. Bu kez altıncı kattaki penceremi güneşli bir kış gününe açtım; kuşatılmış, kendi içine kapanmış bir kente değil. Karşımda çirkin, beton yapılarla tepelerin yamacına tünemiş, bahçe içinde iki katlı evler. Ve aşağıda, caddeden geçen mavi-beyaz tramvaylar. Bosna-Britain yazıyor üzerlerinde, savaş günlerinin mermilerle delik deşik olmuş, kırmızı-beyaz tramvaylarından pek farkları yok. Yine de Marsala Tito'dan Başçarşı'ya doğru tıngır mıngır gidişleri bana bir yenilikmiş gibi geldi. Ve tepede, onarılmış evlerin arasındaki beyaz minareli cami. Bir şadırvan anımsıyorum, saat kulesinin gölgesi vuruyor sebillere, sonra bir çınar -belki çınar değil ama ulu bir ağaç, Osmanlı'dan kalma- küf yeşili kubbe, taş avluda sessizlik... Sokaklar -ara sokaklar- geceleyin hâlâ karanlık ama tramvaylar işliyor işte, arabalar da öyle, yaşam geri dönmüş Saraybosna'ya. Belki de savaş hiç olmadı. Bir karabasandı gördüğüm. Burada, yalnızca dağların değil, Avrupa'nın da tam ortasındaki ata yadigarı bu Müslüman kentte...
|