Yeni Kitaplar
Sedat Gülmez - s.gulmez@aksiyon.com.tr - Sayı: 714 - 11.08.2008 1 yorum
Rumeli'deki mirasın vârisleri aranıyor!
Osmanlı’nın Makedonya ve Arnavutluk’ta bıraktığı mührü merak edenlere … ‘Hazin bir hikâyedir yürek yakan, eski bir hatıradır, ecdat yadigarıdır, Tuna’nın son şarkısıdır. Osmanlıdır, şimdi gözyaşım, yüreğimin öte yarısı, Rumeli’dir.”
--------------------------------------------------------------------------------
Osmanlı’nın Balkanlar’dan çekilmesini anlatır bu dizeler. Atalarımızın yüz binlerce şehit vererek, dişiyle tırnağıyla kurdukları vatandı Rumeli. 500 yıl boyunca da adaletle yönettiği... Ayrılmak da güçtü hâliyle. 1912-1913 Balkan Savaşları’nın ardından bin bir çileyle, dört bir diyara sürgün edilerek koparıldı evlâd-ı fatihanlar bu topraklardan. Ama devran döndü son yıllarda. Önce baskıcı Doğu Bloku çöktü; liderleri de. Ardından bağımsızlıklarını kazandı çoğu Balkan etnikleri. Ve şimdilerde açtılar kapılarını dünyaya. İlk gidenler de evlâd-ı fatihanların torunları oldu, atalarının bıraktığı izleri görmek için. Aradan bir asır geçse de camisi, hamamı, külliyesi ayaktaydı çünkü. Osmanlı’ydı bu, mührünü iyi vurmuştu Rumeli’ye. Son dönemdeki envanterler göze alındığında sayıları 30 binlere ulaşan eserlerden ayakta kalanları bugün bile mimarisiyle, duruşuyla, rengiyle etkiliyor tüm insanlığı.
Fotoğraf sanatçıları İbrahim Dıvarcı, Ahmet Kuş ve Feyzi Şimşek de eserlerin çekim alanına girenlerden. Arnavutluk ve Makedonya’daki Osmanlı eserlerini çeken ekip, çalışmalarını “Rumeli’de Osmanlı Mirası” adı altında prestij kitap şeklinde kalıcı hâle getirmiş. Haznedaroğlu Kültür Yayınları’ndan çıkan kitapta eserlerin sadece fotoğrafları bulunmuyor, vakfiye bilgileri ile bugünkü durumlarından da bahsediliyor. Amaçları, mevcut durumu kayda alıp daha fazla tahriplerini önlemek. Eserin bir diğer özelliği ise, sadece cami, medrese gibi büyük eserlere odaklanmaması. İrili ufaklı birçok zaviye, han, hamam, çeşme, su kemeri, köprü ve saat kulelerine de değiniyor. Kitapta yer alan 300 fotoğraftan bazıları (yıkık veya tahribata uğramış eserlere ait olanlar) hüzünlendirse de, aslına uygun restore edilmiş eserleri yansıtanlar da mutlu ediyor. Hem Makedonya hem de Arnavutluk’ta minaresi vurulmuş camileri de görüyorsunuz. Eserlerle ilgili açıklamaların İngilizce tercümelerinin de verilmesi kitabın değerini artırıyor. Atalarımızın Balkanlar’da bıraktıklarını merak edenlere…
(Mesut Çevikalp)
RUMELİ’DE OSMANLI MİRASI Ahmet Kuş, Feyzi Şimşek, İbrahim Dıvarcı Haznedaroğlu Kültür Yayınları 248 Sayfa 0212 629 06 15
Rumeli'den gözü yaşlı dönüş
Balkan milletleri, beyaz sarıklı askerin hükmetmek için değil hizmet adına yola çıktığını kısa sürede anlamıştı.
--------------------------------------------------------------------------------
Farklı dinden ve soydan gelseler de çoğu dindaşından ve ırkdaşından merhametli davranıyordu gelenler. Bir süre sonra kendileri gibi hoşgörü kokan insanlarını da taşıdılar, Rumeli’ye. Artık Osmanlı’nın adaleti, merhameti ve sevecenliğinin vesikasıydı, Anadolu kökenliler. Senelerce kılıç şakırtılarının gölgesinde korkuyla yaşayan Sırp’ı, Hırvat’ı, Arnavut’u hâsılı farklı Balkan milletleri, Müslüman Türklerle huzurun sükunetli dünyasına daldı. Rumeli artık farklı bir solukla yaşıyordu. Gidenler de misyonuna hâkimdi ki namları Evlad-ı Fatihan’a çıktı. Fakat yüz yıllar sonra vatan belledikleri topraklardan ayrılmak zorunda kaldılar. Özellikle savaşlar on binlerce insanı göç yoluna sürükledi. Tam 3819 kişi mübadele sonrası yollarda şehit düştü. Bu sadece resmî verilere yansıyan sayıydı. Kalanlarsa daha da zorlandı.
RUMELİ’YE VEDA Gökhan Gökçe Kaynak Yayınları 226 sayfa 02163184288
ÜSKÜP KİTABI Emin Akdağ - e.akdag@aksiyon.com.tr - Sayı: 688 - 11.02.2008 3 yorum
Üsküp de neresi ki?
İstanbul’dan 61 sene evvel fethedilen ve yıllarca serhat şehri rolünü üstlenen Üsküp, her türlü olumsuzluğa rağmen yozlaşıp yok olmamak için direniyor. O hâlâ kimliğini korumayı başaran tipik bir Osmanlı şehri.
--------------------------------------------------------------------------------
Yıl 1997. Atatürk Havalimanı’ndaki görevli polis, pasaportunu damgaladığı yolcuya nereye gittiğini sorar. ‘Üsküp’ cevabını alınca şöyle der: “Orası da neresi ki!” Orası, Osmanlı kumandanı Paşa Yiğit Bey ve askerlerince 1392’de, yani İstanbul’dan 61 yıl önce fethedilen ve bugün de kültürel mirasımızın ayakta durduğu bir şehirdir. O yolcu ise Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı tarihçilerinden H. Yıldırım Ağanoğlu’dur.
Şu an kurumda Rumeli Araştırmaları yapan grubun başkanlığını yürüten Ağanoğlu’nun, “Orası da neresi ki!” sözü sonrasındaki üzüntüsü, tazeliğini hâlâ koruyor. Üzüntünün arka planında, çok önemli tarihî bilgilerden mahrumiyetin dışavurumu kadar, o şehre duyulan sevgi de var.
Fide Yayınları’ndan aldığı teklifle Kahire, Şam ve Açe’den sonra Yeryüzü Mektupları serisinin dördüncü eseri Üsküp Kitabı’nı yazan Ağanoğlu’nun şehre muhabbeti öyle büyük ki: “Şu an özel bir uçak var Üsküp’e, pasaportunu kap gel deseler İstanbul’un her zaman süregelen o trafik sıkışıklığında bile neredeyse kanatlanıp, uçarak giderim havalimanına. Ne de olsa bir sevgiliye kavuşmanın verdiği heyecanı yaşatır Üsküp’e ulaşabilmek.” Çünkü o, anne tarafından Üsküplü. Yugoslavya’daki komünist yönetimin baskılarına dayanamayarak 1955’te göçmüş anne tarafı İstanbul’a. Şimdi ‘orası’, çok sayıda akrabasının yaşadığı, günümüz Makedonya’sının başşehri.
RUMELİ’NDEKİ İKİ MERKEZDEN BİRİ
Ağanoğlu ‘annevatan’ dediği şehre ilk ziyaretini 1981 yılında annesiyle gerçekleştirir. Osmanlı, özelde Üsküp ve genelde de Rumeli sevgisini annesi aşılamıştır. Bu motivasyonla üniversitede tarih bölümünü seçer. Anne ile evlat arasındaki sıradışı sıcaklığın buram buram sayfalarına yansıdığı kitaba dair yazarın bir iddiası var: “Bu kitabı okuyup da Üsküp’ü merak etmeyecek bir kişinin olmayacağını düşünüyorum.” Yazar için şehrin kitapla, kelime bazında gündeme gelmesi bile kazanç.
TİPİK BİR OSMANLI ŞEHRİ
Peki neden? Bu sorgulama cümlesi, tarihî ve sosyolojik gerçeklerin haşmeti karşısında yavan kaçıyor. Osmanlı’nın fetih politikasının nakşedildiği Üsküp, yıllarca ‘serhat şehri’ rolü üstleniyor Batı yakasında. Ağanoğlu’na göre Balkanlardaki Türk ve İslam mevcudiyetinin iki merkezinden biri. Rolünü yeni fetihlerle diğer merkez Saraybosna’ya devrediyor. Artık iç şehir hüviyetine bürünse de hiç önem kaybına uğramıyor. Mimari açıdan eski Yugoslavya topraklarında ve Balkan coğrafyasında en fazla Osmanlı eserinin bulunduğu yer. Birçok cami ayakta. Fatih Sultan Mehmet’in babası II. Murad’ın adını taşıyanı da. Vardar nehri üzerindeki köprü de sapasağlam. Genç kuşaklar inşa malzemesi itibariyle ‘Taş Köprü’ diye bilse ve gayrimüslim nüfus Roma Köprüsü dese de, bir kere İstanbul Fatihi’nin adı verilmiş ona. Bunu reddetmek kimin haddine! Ancak birkaç yıl önce ne yazık ki restorasyon bahanesiyle köprüdeki ‘mihrap nişini’ kırılarak nehre atılmış.
Üsküp, sadece mimarisiyle değil, kültürel özellikleriyle de tipik bir Osmanlı şehri. Ağanoğlu, onlarca defa gittiği, gezdiği, incelediği ve akrabalarıyla buluştuğu şehrin bu yönüne dair şunları anlatıyor: “Eski Üsküp’ün izleri günümüzde de duruyor. Mesela İstanbul’da kaybolan örf, âdet ve geleneklerimizin birçoğunu Üsküp’te gördüm ve yaşadım. Modern hayat bizi bunlardan koparıyor. Üsküp değişime direniyor.”
Şehir direniyor ama son 15-20 yıldır bu uğurda biraz zorlanıyor. Türk televizyonlarının izlenmesini sağlayan çanak antenler değişimi, hadi açıkça ifade edelim, yozlaşmayı hızlandırmış. Ağanoğlu çok net söylüyor: “Çanaktan önce Üsküp hâlâ Osmanlı’nın yaşayan bir şehriydi.” Vardar nehrinin akış istikameti dikkate alındığında; dar sokaklı, tek katlı evleri ve camileriyle Osmanlı’dan kalan eski Üsküp sol tarafta. Sağ tarafta ise modern yapılaşma söz konusu.
Kuşkusuz Cumhuriyet dönemindeki Bulgaristan göçleri de trajik. Ülke kurulurken Yunanistan ile imzaladığımız ve âdeta ‘yangından mal kaçırmaya’ benzeyen dinî inanç eksenli 1923 tarihli Türk-Yunan Mübadelesi de öyle. Ama Yugoslavya göçlerindeki trajedi bir başka. ‘Beş kuruşsuz ve hiçbir hakkı teminatsız’ yollara düşmüş insanlar. Türkiye’de dönemin iktidarı ayrıntıları hesap edemeyince, 479’uncu sayımızda kapaktan yayımlanan Yücel Teşkilatı’nın mücadelesi de akamete uğramış.
GÖÇLERE RAĞMEN KİMLİK KAYBI YOK…
Göçlere rağmen Müslüman Türk, Arnavut ve Boşnaklar Makedonya nüfusunda belirli yere sahip. Tarihî ve kültürel bağların kopmaması; karşılıklı ziyaret programları ve değişik tarzdaki etkinliklerle mümkün. Gerçi akraba kavuşması nitelikli münferit geliş gidişler evvelinden beri hep oluyor. Ama bu, bağları kuvvetlendirme açısından kifayetsiz. Ağanoğlu’nun da vurguladığı gibi bu ziyaretler turistik; Üsküp’ten gelenler de Türkiye’de turist zannedilmiş yıllarca.
Üçüncü nesilde gelinen yer unutuluyor; getirilen değerler erozyona uğruyor maalesef. Birinci kuşak beldesi, köyü, mahallesiyle taşıyor bilgiyi. İkincide şehir adı haricindeki bilgiler hafızadan siliniyor. Üçüncüde, o bilgi de uçuşuyor. “Herhalde Balkanlardan geldik” cümlesine indirgeniyor köklü geçmiş, kültürel yapı, örf, âdet ve görenekler. Neyse ki, sonunda turizm şirketleri Balkanları keşfetti de, bu bilinçle turlara katılanların sayısı artmaya başladı.
Ağanoğlu, Üsküp Kitabı’nı okuyanların neler hissetmesi ve düşünmesini istediğiyle ilgili sorumuz üzerine, “Kendi özelim gibi görünse de kitapta özelden genele ulaşmaya çalıştım. Özelimdeki bilgiler herkesin hayatındaki konular. Herkesin annesi ve anıları var. Anne sevgime ve hatıralarıma bakınca belki kendi annelerini hatırlayacaklar. Anne-babalarının geldiği şehri ve kültürü akıllarına getirecekler. İlla ki yurt dışından ya da Rumeli’nden gelenleri değil, yurt içi göçlerini de kastediyorum. Ankara, Trabzon, Erzurum vs. Kafkaslar gibi yurt dışından başka diyarları da. Her şeyden geçmişiyle bağlantı kuracaklar.” diye konuşuyor. Şu gözle annesini videoya kaydetmediğine de bir hayli pişman: “Eli kalem tutan ve biraz ilgili insanlar bunu yapabilirler. O kadar acayip bir dünyada yaşıyoruz ki, kültür köklerinden kopuyoruz. Farklı bir dünyaya doğru gidiyoruz. Yemek, içmek ve para kazanmak. Halbuki hayat öyle değil.” Cımbızlamaya değer cümlesi amacını açıkça ortaya seriyor aslında: “Duygulardan yola çıkarak aslında geçmişteki kültürel köklerle irtibat sağlamaya çalıştım.”
RUMELİ OSMANLI’NIN İKİ AYAĞINDAN BİRİYDİ
-Üsküp’ü kaybetmemiz ne manaya geliyor?
Aslında Üsküp’ten ziyade Rumeli’yi kaybetmemizin ne manaya geldiği sorusu önemli. Üsküp, elimizden en son çıkan yerlerden biri. Günümüz Trakya’sı kaldı elimizde. Rumeli’nin kaybını şöyle değerlendiriyorum. Osmanlı Devleti, iki ayağı üzerinde duran bir adamdı. Rumeli’nin kaybedilmesiyle bir ayağı yok oldu. Tek ayak üzerinde duramayan Osmanlı, 8-10 sene dayanamadı ve yıkıldı. Rumeli’nin kaybı bir vatan kaybıydı. Coğrafya parçası kaybı değildi. Kuzey Afrika’da toprak parçasını kaybetmeye benzemiyor. Rumeli bir vatandı. Orada yaşayanlar Türk ve Müslüman’dı. Rumeli ve Anadolu tarafı eşitti Osmanlı’da. Bir taraf gitti, sadece Anadolu kaldı, Osmanlı devleti yıkıldı, günümüz Türkiye Cumhuriyeti bu şartlarda kuruldu. Kaybedilecek başka bir anavatanımız yok diyerek.
-Üsküp anlattığınız kültürel ve mimari özelliklerini nasıl korumuş?
1955’e kadar çok ciddi bir göç yok Türkiye’ye. Müslüman özelliğini korumuş şehir. Dolayısıyla da camiler ve diğer eserler kalmış. Hocaefendiler göçe karşı çıkmışlar. Bu bir kısım insanların göç etmesini engellemiş. Nüfus kalırsa, kültür de kalır.
|