Anasayfa   İletişim  
Reklam  
-->
   
 
 
   
Google
   
   
    
 
 
 

 
 
 
 
 

İlber Ortaylı: 37 yıl sonra Belgrad,

İlber Ortaylı
37 yıl sonra Belgrad
Milliyet 14 Haziran Pazar 2009

Batı Avrupa ülkeleri ile Sırbistan arasında pek muhabbet yok ama bizim politikamız öyle olmamalı

1972 yılının haziran ayında elimde bavullarla Venedik-Dubrovnik seferini yapan Yugoslav vapurundan indim. Dubrovnik şahaneydi. Nihayet Barişna Kreçiç, Bayraktaroviç ve Kraelitz’in yayımladığı vesikalardan öğrendiğim bu şehri tadına vararak geziyordum.
İki gün sonra köylülerle dolu bir trenle Travnik sonra Saraybosna’ya adım attım. Yollarda insanlarla sohbet ediyordum ve herkes kitap bavulumu taşımaya yardım ediyordu. Saraybosna muhteşemdi, Balkanların Bursa’sıydı.

Problemli bir ülke değil
Sonra günün birinde Belgrad’a indim. Ortada sosyalist ülkelerde görülmeyen bir laubalilik yok değildi ama doğrusu hayat da canlıydı ve Yugoslavya Tito’nun ülkesiydi. Sağda solda insanlarla konuştuğun zaman fısıltı gazetesinden çok şeyler öğreniyordum:  Bürokrasi, hırsızlık, Hırvatlarla Sırpların çatışması, Tito’nun karısının Sırp taraftarlığı, Slovenlerin egoizmi (ki gerçekten de Slovenya ile Avusturya ve İtalya’yı birbirinden ayırmak güçtü ve Yugoslavya’da Slovenya denen parçanın bu zenginliğine nasıl tahammül edilebildiğini sormaktan kendimi alamıyordum).
Autojestion denen sistem birçok işletmenin verimliğini artırmıştı ama üçüncü dünyaya ait bir üçkağıtçılık ve adeta devlet ile kapitalistler arasındaki yolsuzluk çeteleşmesini de ortaya çıkarmıştı. Eşitsizlik elde var birdi fakat askeri harcamalar kısıtlıydı, ülke rayında gidiyordu. Memnun olmayanlar için yurtdışına çıkmak ve orada çalışmak mümkündü.
Arnavutluk ve Makedonya ise az gelişmiş bölgelerdi, orada sırf şikayet duyuyordum.  Karışık evlilikler yüzünden insanların önemli bir kısmı “Yugoslav” kimliğine gerçekten sahip olmuştu, başka seçenekleri yoktu.
Bugün ise Yugoslavya yok ve onun kalan son parçası Sırbistan’ı tam 37 yıl sonra yeniden gördüm. Feci ve problemlerle dolu bir ülkeyle karşılaştığımı söyleyemem. Hatta Sırbistan’ın sözde AB üyesi Romanya ve Bulgaristan’dan daha derli toplu bir ülke olduğunu herkes söylüyor, ben de o kanaate vardım.
Şehrin ortasında NATO’nun bombaladığı Savunma ve İçişleri bakanlıklarının kalıntısı duruyor. Restorasyonun geciktirilmesinde -aksine söylem ve Batı blokuyla bütünleşme isteklerine rağmen- ulusal bir kinin ayakta tutulması gibi bir politika da güdülebilir. Zaten Sırbistan NATO’ya girmek istemiyor.
Krizden evvel fert başına yıllık geliri 9 bin doların üstündeydi. Şimdi ne kadar düştüğünü söylemek mümkün değil. Ama insanların yüzünde endişe ifadesi yok. Balkan milletleri çileye alışıktır, ayakta kalmayı da bilirler.
Karadağ 650 bin nüfusuyla koptu, Adriyatik kıyısında vahşi güzellikteki bu ülkeye Rusya’nın kara para zenginleri ve turistleri akmış, dağ taş her boy ve kalitedeki Rus villaları ile dolmuş; Rusça ise çoluk çocuğun bile konuştuğu bir ortak dil haline gelmiş. Para birimini de Karadağlılar kendileri seçmiş, avro kullanmaya başlamış. Besbelli ki Sırbistan AB’ye girdiğinde ikisi yeniden birleşecek, ama Sırbistan AB’ye girebilecek mi? Asıl soru bu.

Savaşçı ve inatçı bir kavim
Sırbistan AB’nin içine giren birçok ülkeden daha düzgün; kırsal bölge zenginleşmiş, asayiş mükemmel, hizmetler daha iyi görülebiliyor ama ne Sırplar AB’ye çok güveniyor ne de Batı Avrupa’nın Sırplara karşı bir muhabbeti var. Şurası açık: Balkanlar kısmına AB içindeki patronlardan Almanya düşkün; Almanya’nın sempati çizgisi ise Macaristan, Romanya ve Bulgaristan’ı kapsıyor, Yunanistan’ı sevmek ise Batı Avrupalı imanının baş şartı. Stratejik önemi dışında Yunanistan’ın nesinin daha önemli olduğu hâlâ tartışılır. Sırbistan ise Alman-Avusturya bloku için asla sempatik ve sevimli olmadı.  Gözlemek mümkün; Doğu’daki Rusya alerjisi, Balkanlarda Sırbistan’a yöneliyor.
14’üncü asırdan beri Sırbistan üzerindeki bütün kavgalar, Sırpların dışında cereyan etmiştir. Avusturya-Alman imparatorluğu ile Osmanlı Türkiye’si arasındaki meydan savaşları, Belgrad’ın bir 1697 bir de 1717-1739 arasında Avusturyalılara terki, ardından 1787 ve 1791 arasındaki son Avusturya işgali bütün abideleriyle ortadadır. Salankemen’de Zenta’da ve Petervaradin savaşları gösteren abideleri Avusturyalılar dikmiştir.

Sırp tarihini öğretmeliyiz
Ama Sırplar savaşçı bir kavim ve bu nedenle 1806’dan sonra aldıkları özerkliği kıskançlıkla elde tuttular ve iki dünya savaşında da ilginç boyutlara varan inatçı bir direniş gösterdiler. Aslında Türkler ve Sırplar arasında 1912-13 savaşı sondur. Birinci harpte Sırp kuvvetleri ile uzun boylu savaş yapmadık.
Kemalist Türkiye kurulan Yugoslavya krallığı ile yakın ilişkilere girdi ve Balkan Paktı’nın gerçek iki üyesi oldular. Aynı yakınlık blok farklılığına rağmen Tito Yugoslavya’sı ile de sürdü. Hırvatistan’la Sırbistan çekişmesinde Ankara’nın Sırpların lehine bir tarafsızlık güttüğü malum; ta ki Sırp ve Boşnak çatışmasına gelene kadar.
Yeni Sırbistan’la daha akılcı, yapıcı ve Batı Avrupalıları izlemeyen bir politika gerekiyor. Gelişmeler bunun daha yararlı olacağını gösteriyor. Son günlerde Belgrad ile uçak seferlerini artıracak anlaşmalar yapıldı ve Sırp turistler Türkiye’nin her yerinde görülmeye başladı. 7,5 milyonluk bir nüfus açısından hiç de küçümsenmeyecek miktarda turist geliyor.
Sırpların Türkolojisi güçlüdür. Türk üniversitelerinde de Sırpçayı ve Sırp tarihini yakından araştırmak ve öğretmek önemlidir.

Tuna kaleleri

Belgrad büyükelçimiz Süha Umar ile Tuna kalelerini geziyoruz. Bizim diplomatlarımızın bir kısmının tarih ve coğrafya bilgisi olağanüstü, Süha Umar da böyle her yeri ve her olayı bilenlerden;  kıyı köşe kalıntıları keçi yolu gibi yerlerden geçip bulmakta mahir.
Semendire, Sırplıların deyişiyle Semederovo, ilk uğrağımız. Sırbistan’ın 15’inci asırdaki despotu Brankoviç Belgrad’ı Macarlara kaptırınca Semedrovo kalesini yaptırmıştı. Galiba bu hızlı inşaat da köylüleri fazla sıktı ki hayatlarından hiç de memnun değillerdi. Kısacası Türkler Belgrad’ı iki kere kuşattı; Fatih Sultan Mehmed Macarlardan alamadı ancak Kanuni 1521’de Belgrad’ı fethedebildi.  O tarihe kadar Semendire kalesi aynı ismi taşıyan sancağın, yani bugünkü Sırbistan’ın Osmanlı dönemindeki başkenti olarak kaldı.
Kale yeniden yapılırken İstanbul surlarının örnek alındığı besbelli. Zaten Sırbistan’da Osmanlı’nın inşa ettiği birtakım kalelerde aynı mimari görülüyor. Mesela Tuna’nın dört mili geçen en geniş yerindeki hakim tepede yer alan Golubaç yani Güvercinlik kalesi de böyle.
Ram kalesi, II. Bayezid’in inşa ettirdiği, daha doğrusu yeniden berkittiği kalelerden, Tuna’ya hakim.  Tuna nehrini “ince donanma” dediğimiz nehir donanması korurdu. Bu kaleler ikmal ve gözetim mevkii olarak özel öneme sahip. İçlerindeki kale erleri denen savunma gücünü oluşturan yeniçeriler bir kale dizdarının komutasında mevkilerini beklerdi. O bölgenin beylerbeyi veya sancakbeyi o kaledekilerin komutanı değildi. Hatta yöneticilerin muhtemel bir isyanında hazine ve cephanenin saklandığı kale onlara kapılarını kapatırdı. Peki, kaleyi kim denetlerdi? Askerlerin ve dizdarların vazifelerini yapıp yapmadıklarını ve disiplinlerini kollayan, bölgenin kadısıydı.
Tuna kaleleri merkeziyetçi bir teftiş ve mali sisteme tabiydi. Viyana bozgunu yıllarına kadar bu sistem çok iyi işledi. Ama bozgun başladıktan sonra senelerce ciddi bir tamir geçirmeyen kalelerin yeniden berkitilmesi; bu merkeziyetçi maliyenin işlemezliği yüzünden bir sorun haline dönüştü.  Bosna’da olduğu gibi bazı şehirler ve yöreler kaleleri kendileri tamir etti, bazıları ise savunma görevini yerine getiremez oldu.
Bugünkü Sırbistan Osmanlı tarihinin en muhteşem sahifeleriyle dolu; ihtişam trajediyi de içerir ve sadece yenilgide değil, zaferde de trajedi vardır. Türbesi Belgrad kalesinde olan “damat” ve sonra “şehit” Ali Paşa ve Osmanlı’nın alim sadrazamlarından Köprülü Fazıl Mustafa Paşa 1683-1699 arasındaki savaşlarda şehit düştüler. Biri Petervarden’de, öbürü Salankemen’de.
Belgrad Kalesi Karlofça’da, Pasarofça’da el değiştirdi. 1739 Belgrad Antlaşması’yla geri verildi. 1787’de bir daha elden çıktı. 1790’da Ziştovi Antlaşması’yla Avusturyalılardan tekrar alındı. Sırbistan’ın 1806’daki muhtariyetinden sonra kale Türk birliğinin elinde kaldı. 1878’de Berlin kongresinden sonra ebediyen boşaltıldı.
Tuna kaleleri coğrafi konumu, mimari güzellikleriyle gezip görmeye değer ve her kalenin etrafında Osmanlı Balkanlarının trajik bir sahifesi yatıyor. Tuna kalelerini övünmek için değil ama tarihi anlamak için görmek gerekir. Tuna nehri çağdaş Türk tarihinin önemli bir bölümüdür.

 

 
Nutuk (Sesli ve Görsel)
 
Etkinlik Takvimi
Kasım , 2024
PzrPztSalÇrşPrşCumCts
1 2
3 4 5 6 7 8 9
10 11 12 13 14 15 16
17 18 19 20 21 22 23
24 25 26 27 28 29 30
 
 
 
 
 
Copyright Aralık 2002 © balkanpazar.org
tasarım ve uygulama Artgrafi.net