Anasayfa   İletişim  
Reklam  
-->
   
 
 
   
Google
   
   
    
 
 
 

 
 
 
 
 

 

°BATI TRAKYA CUMHURİYETİ
°HÜKÜMETİ MUVAKKATE
°BALKANLAR VE GÖÇ
°TURAN CEMİYETİ


BATI TRAKYA CUMHURİYETİ
31 Ağustos 1913 - 25 Ekim 1913

 “Allah’ımıza dayanarak ve benliğimize güvenerek, bu günden itibaren İslamı, Hıristiyan’ı, Türkü, Bulgarı aynı hukuka malik olmak şartıyla, Garbi Trakya Hükümeti Müstakilesi’ni ilan eylemiş olduk.”
Batı Trakya Geçici Hükümeti

Londra Barış Antlaşmasıyla ortaya çıkan tablodan, Balkan ülkelerinin hiçbiri memnun değildir. Hepsi de hak ettiği, bir başka deyişle hayal ettiği toprağı alamadığı, yani Megali İdea, Büyük Bulgaristan, Büyük Sırbistan hayalini gerçekleştiremediği kanısındadır. Özellikle Yunanistan ve Sırbistan Londra Anlaşmasıyla Bulgaristan’ın hak ettiğinden fazla toprak kazandığı, büyüdüğü kanısındadır. Kısaca toprakların paylaşılması konusunda anlaşmazlık had safhadadır. Anlaşmazlık, Bulgaristan’ın, 29 Haziran 1913’te kendine karşı ittifak oluşturan Yunanistan ve Sırbistan’a saldırmasıyla savaşa dönüşür. Böylece 2. Balkan Savaşı başlamış olur. Bu, İstanbul açısından, kaybedilen toprakların; özellikle de Edirne’nin geri alınması açısından tarihi bir fırsattır.
Başlayan 2. Balkan Savaşıyla Londra Anlaşması’nın geçerliliği tartışılır hale gelmiştir. Bazı üst düzey Osmanlı devlet adamı ve subaylar, bu anlaşmanın fiilen geçersiz sayılması gerektiği düşüncesindedirler. Onlara göre yapılması gereken, ortaya çıkan bu fırsatın en iyi şekilde değerlendirilmesidir. Yani başta Edirne olmak üzere Balkan Savaşı’nda kaybedilen toprakların bir an önce geri alınmasıdır. Düşünce hükümete iletilir ve gerekli olur alınır. Fakat asıl sorun bundan sonra başlamaktadır. Çünkü “Şark Meselesi”nin acımasızca ve arsızca hayata geçirilmeye çalışıldığı bir dönemde bunu gerçekleştirmek o kadar da kolay değildir. O kadar ki, Balkan ülkelerinin kendi aralarındaki toprak paylaşımına ses çıkarmayan büyük güçler, söz konusu ülke Osmanlı olunca ayağa kalkmaktadırlar. Babı Ali’nin en fazla Midye yani Kıyı köy-Enez hattına kadar ilerlemesine izin vermektedirler. Daha ilerisini, Türklerin yeniden Avrupa’ya dönmesi olarak gördüklerinden kesinlikle kabul etmemektedirler. Çünkü bu, günümüzde karşımıza Büyük Ortadoğu Projesi olarak çıkan Şark Meselesi sorununda, yeniden başa dönmek demektir. İngiltere, Babı Ali’yi Midye-Enez hattının batısına geçmemesi konusunda uyarır.
Ortam gergindir. Atılacak yanlış bir adımın, verilecek yanlış bir kararın sonuçları çok ağır olabilecektir. Bunun için de çok dikkatli davranılır. Batının tepkisini en alt düzeye indirmek amacıyla operasyonda, ordudaki görevinden ayrılan subay ve askerlerden oluşturulan yarı resmi kuvvetlerden yararlanılır. Enver Paşa’nın emriyle küçük bir müfreze keşif amacıyla harekete geçer ve Lüleburgaz’a girer.  Buradaki Bulgar taburunu esir aldığı gibi, cepheden şehre kadar olan tüm yerleri de ele geçirir. Herkesin morali yerindedir. Şimdi sıra daha ileri gitmeye gelmiştir.  Paşa, ikinci bir emirle 4000 kişiden oluşan bir gönüllü kuvvetini bu kez Ereğli ve Tekirdağ yönüne gönderir. Hızla ilerleyen müfreze burada gün Muratlı’ya ulaşır. Bu arada diğer bir kuvvet de Çorlu civarındaki Bulgar cephesini parçalar. Böylece 15 Temmuz 1913’e gelindiğinde Osmanlı Ordusu Midye-Enez hattına ulaşmış olur.  
Operasyonun ilk ayağı tamamlanmıştır. Fakat asıl önemli olan bundan sonrasıdır. Çünkü Osmanlı Ordusunun Midye-Enez hattına kadar gelmesine zaten kimsenin bir şey dediği yoktur. Fakat Edirne’ye, mümkünse daha batıya ulaşılınca ne olacaktır? İşte yanıtının bulunması ve üzerinde dikkatle durulması gereken soru budur.
Osmanlı birliklerinin Midye-Enez hattına ulaştığı bir dönemde neredeyse 2. Balkan Savaşı’nın da sonuna gelinmiştir. Bulgar orduları hemen hemen tüm cephelerde yenilmiş, ülkenin birçok yeri galip devletlerce işgal edilmiştir. Kısaca Bulgaristan, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmuştur.
Bulgaristan’ın yenilmesi, Londra Anlaşmasının yırtılıp atılması, yeni bir dönemin başlaması demektir. Yani Balkanların yeniden şekillendirildiği, sınırların yeniden çizildiği yeni bir dönem… Edirne’nin ve 1. Balkan Savaşı’nda kaybedilen toprakların geri alınması için bundan daha iyi bir fırsat yoktur. Kısaca ortaya çıkan fırsatın değerlendirilmesi gerekmektedir. Fakat sütten ağzı yanan Babı Ali yoğurdu üfleyerek yemektedir. Bu konuda herhangi bir adım atmadan önce dikkatli ve özenli davranır. Sağlıklı ve doğru bir karar vermek için yurt dışındaki elçiliklerinden görüş ister.Londra’da bulunan elçiler Tevfik ve Hakkı Paşalar, uslu durulması, ordunun dağıtılmaması ve beklenilmesinden yanadır.  Paris elçisi Rıfat Paşa ise, tarafsız kalınması görüşündedir. Daha doğrusu Fransa’nın görüşü ve beklentisi böyledir. Şimdi sıra Berlin’in görüşünü almaya gelmiştir.
Berlin sefiri Mahmut Muhtar Paşa, Osmanlı Devleti’nin Bulgaristan’a, hem de hiç vakit kaybetmeden, savaş açmasından yanadır. Paşa bu konuda oldukça kararlı ve ısrarcıdır. O kadar ki, ilkinden 9 gün sonra, 13 Temmuz tarihinde gönderdiği telgrafla,  Babı Ali’yi, acele edilmesi konusunda bir kez daha uyarma ihtiyacını duymuştur. Aslında Mahmut Muhtar Paşa’yı böyle davranmaya iten duygularından çok, elçiliğe gelen istihbaratlardır. Şöyle ki, Paşa’nın aldığı istihbarata göre Yunanistan Dedeağaç’ı almış ve bu sayede her an Edirne’yi ele geçirebilecek bir konuma gelmiştir. Kısaca Osmanlı Devleti’nin ikinci başkenti Edirne’nin,  Yunanistan’ın bir parçası olması artık bir an meselesidir.  
Durum kritiktir. Çünkü Edirne’yi, mağlup Bulgaristan’a göre, galip bir devlet olan Yunanistan’ın elinden almak çok daha zordur. Dahası arkasında batılı güçler bulunan savaş galibi Yunanistan’dan Edirne’yi geri almak, zordan öte neredeyse olanaksızdır. Oysa savaşta taraf olan ve bundan yenik çıkan Bulgaristan’dan galip taraf olarak Edirne’yi almak çok daha kolaydır. Doğal olarak yapılması gereken,  Atina’dan önce harekete geçmektir. Çünkü görünen odur ki, şehrin sahibi, buraya ilk giren olacaktır. Artık yaşanan zamana karşı bir yarıştır. Babı Ali en sonunda kararını verir. Avrupa başkentlerinden gelen tüm baskıları rağmen Meriç nehrine kadar Doğu Trakya geri alınacaktır.
Karar tüm batılı ülkelere duyurulur. Fakat Meriç’in batısına geçilmeyeceği konusunda da garanti verilir. Ancak bu, başka seçenek olmadığı için, gelen baskıları azaltmak amacıyla zorunluluk gereği verilmiş bir güvencedir. Kısaca yapılan taktiksel bir hamledir. Yoksa savunma stratejilerinden az ya da çok anlayan herkes gibi, en üsttekinden en alttakine kadar Türk subayları da çok iyi bilmektedirler ki, Edirne’nin savunma hattı Meriç değildir. Verilen güvenceyi siyasi bir hata olarak değerlendiren Cemal Paşa’ya göre Edirne’nin savunması açısından Batı Trakya da alınması gerekmekteydi.  Verilen garanti ve Edirne’nin alınmasıyla ilgili olarak Cemal Paşa hatıralarında, bu tamim fikrimce siyasi bir hata idi. Evvela, yalnız Edirne’nin geri alınması yeterli değildi. Meriç nehri Türk kalmalı ve Edirne’nin adalar denizine doğal bir çıkış noktası olan Dedeağaç, bizim olmalı idi. Edirne’nin savunmasını sağlayabilmek için ise Dimetoka ve Sofulu havalisinin bizim tarafımızda kalması gerekirdi. Özellikle Gümülcine, İskeçe ve havalisinin yüzde seksen beş İslam toplumundan oluştuğu göz önünde tutulacak olursa, buraların geri alınmasını sağlamak çok zorunlu bir görevdişeklinde yazmaktadır. 
Cemal Paşa’nın bu haklı eleştirilerine rağmen Babı Ali açısından sorun, öncelikle ülke ve ulus için bir onur meselesi haline gelen Edirne’nin geri alınmasıdır. Fakat başta Londra ve Moskova olmak üzere, Midye-Enez hattının batısına bile geçilmesini hiçbir şekilde kabul etmeyen Avrupa başkentlerine rağmen bu nasıl gerçekleştirilecektir?    
Batının tepkisini çekmemek için bu iş için yine operasyonun ilk ayağında da olduğu gibi yarı resmi kuvvetlerden yararlanılır. Bu amaçla oluşturulan ve gönüllü subay ve askerlerden meydana gelen 3 bin kişilik milis kuvveti çok fazla bir direnişle karşılaşmadan 23 Temmuz 1913’te Edirne’ye girer. Hemen ardından da resmi kuvvetler de yani ordu şehre yerleşir.  Fakat yapılanlar sadece Edirne’yi geri alınmasıyla sınırlı kalmaz. Ayrıca geri çekilen Bulgar ordusunun peşi sıra, bu kuvvetlerin yapacağı tahribatı önlemek amacıyla Bulgaristan topraklarına da girilir. Belki bununla yapılmak istenen Türk Ordusu’nun Meriç’in batısına geçmesi durumunda Avrupa başkentlerinin gerçekte ne tepki göstereceğini öğrenmekti. Yunanistan, Sırbistan ve Romanya tarafından işgale ses çıkarmayan Bulgaristan, Türk birlikleri ülke topraklarına girer girmez harekete geçer. Babı Ali’yi Avrupa başkentlerine şikâyet eder.İngiltere ve Rusya vakit geçirmeden, Babı Ali’yi, askerlerini Bulgaristan’dan geri çekmesi konusunda kesin ve sert bir dille uyarır. Birlikler geri çekilir.
Edirne’nin geri alınışının Balkanlarda özellikle de Rodoplarda önemli siyasal sonuçları olur. Kırcaali’de ve Eğridere’ki Türkler kendi hükümetlerini kurarlar. Fakat bu iki hükümet için de durum kritiktir. Çünkü karşılarında 2. Balkan Savaşı’nda yaşadığı bozguna rağmen hala güçlü olan Bulgar Ordusu ve komitacıları bulunmaktadır. Oysa bu konuda Kırcaali ve Eğridere Hükümeti Muvakkateleri çok yetersizdir. Daha da önemlisi Bulgar saldırıları her geçen gün artarak devam etmektedir.  Artan saldırılar üzerine Kırcaali Geçici Hükümeti Babı Ali’den, 4 Ağustos 1913’te resmi bir yazıyla yardım talebinde bulunur. İstenilen küçük bir askeri kuvvet, silah ve cephane ile siyasi destektir. Yani Kırcaali Geçici Hükümeti, bağımsızlığını sağlam temeller üzerine oturtmak için ne yapılması gerekiyorsa bunun bir an önce yapılmasını istemektedir.
Ordudaki genç subaylar Rodoplarda Müslümanlara yani Türklere yapılan saldırı ve mezalimden rahatsızdır. İngiltere ve Rusya ise sadece Türklerin Meriç’in batısına geçip geçmemesiyle ilgilidir. Hükümet yani Babı Ali, sonunda Edirne’nin geri alınışında da olduğu üzere bir kez daha ordudan ve halktan gelen baskıya dayanamaz ve Batı Trakya sorununa müdahale etmeye karar verir. Fakat ortada İngiltere ve Rusya’nın açık ve kesin savaş tehdidi bulunmaktadır. Buna rağmen bölgeye yardım nasıl ulaştırılacaktır?
Çözüm basittir. Edirne’nin geri alınışında da olduğu üzere bu konuda resmi olmayan kuvvetlerden yararlanılacaktır. Enver Paşa bu iş için, atak yapısı, kural tanımaz davranışlarıyla en uygun kişi olan Kuşçubaşı Eşref’i görevlendirir. Bu kişi Çeteler Kumandanı olarak emrindeki 115 kişiden oluşan müfreze ile 15 Ağustos 1913’te Batı Trakya’ya Ortaköy yani İvaylovgrad üzerinden girer. Batı başkentleri gelişmeler karşısında şaşkındır. Aslında yaşananlar Edirne’nin geri alınmasından ve kaybedilen topraklarda kalan, baskı ve zulme uğrayan insanlara yardım edilmesinden çok daha öte bir şeydir. Kısaca son bir asırdır izlenen, ülkenin savunulması ve geleceği konusunda kendinden çok başkalarına güvenmeyi amaç edinen ve artık iflas etmiş bulunan dış politikada meydana gelen radikal bir dönüşümdür. Çünkü görülmüştür ki, son yüzyılda izlenen bekle gör politikalarıyla bir yere varılamamış, dahası çok geri gidilmiştir. Savaşta Rusya’ya kaptırılan topraklar, her ne hikmetse barışta, çoğu zaman ya İngiltere’nin ya da onun desteklediği Yunanistan’ın eline geçmiştir. Kısaca kaybeden taraf hep Osmanlı olmuştur. Artık bu oyuna dur demenin zamanı gelmiştir.
Küçük bir grup vatansever siyasi ve askeri kadro kararını verir. Sahnelenen oyunun seyredilmeyecek bunun yerine, tüm tehlikelerine rağmen yeni bir oyun yazılacak yeni bir final sahneye konacaktır. Artık tartışma konusu olan ne başta Meriç’ten Çatalca’ya kadar Doğu Trakya ile ülkenin diğer kesimleri ne de buralarda yaşayan azınlıklardır. Bundan böyle söz konusu olan kaybedilen topraklarda azınlıkta kalan Türkler ile bunların yaşam, varlık mücadeleleri ve anavatanın geleceğidir. 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar başarıyla sürdürülen, maceranın değil baştan ayağa aklın ve mantığın hâkim olduğu bu politikanın iki temel ilkesi bulunmaktadır. Birincisi kurtarılan en son topraklar üzerinde kurulan Türk Devleti’nin kalıcılığını sağlamak, ikincisi ise ister ülke sınırları içinde ister ülke sınırları dışında olsun Türk varlığını korumak. Bu konuda, baştan itibaren akılcı ve aktif bir politika izlenir. Öncelikle Anadolu coğrafyasının etrafında ülke aleyhine ortaya çıkacak bölgesel ya da uluslar arası ittifakların ve paktların önüne geçilmeye çalışılır. Çok daha önemlisi olayların ve gelişmelerin sonucuyla ilgilenmek yerine, kontrolün ele geçirilip bunların ülke çıkarları doğrultusunda yönlendirilmesine çalışılır. Başlayan, 9 Eylül 1922’de İzmir Kordon’da zaferle sonuçlanan büyük mücadelenin ilk adımlarıdır. Yaşanan, özverili insanların hayatları pahasına ortaya koydukları büyük bir kavga, stratejik ve taktiksel mücadele ile sinir harbidir.Bu mücadelenin hayata ilk geçirildiği coğrafya ise, geride kalan insanların çok büyük acılar ve sıkıntılar çektiği ve ülke üzerinde hala büyük oyunların oynandığı Balkanlar yani Batı Trakya’dır.
Batı Trakya’ya giren Kuşçubaşı Eşref komutasındaki müfrezenin karşılaştığı görüntü hiç de iç açıcı değildir. Karşılarına çıkan ilk manzara Bulgar çeteleri tarafından öldürülmüş bulunan 400 Türkün cesedidir. İlk hedef katliamı gerçekleştirilen Domuzciev çetesidir. Birlik çete ile 16 Ağustos 1913’te günümüzde Krumovgrad olarak bilinen Koşukavak önlerinde karşılaşır.  Çatışmada, yaklaşık 1200 kişiden oluşan çete yok edilir. Canlı yakalanan Domuzciev, daha sonra yargılanır ve idam edilir. Koşukavak artık müfrezenin kontrolündedir.
Koşukavak’ta kontrolü ele geçiren müfreze, Kırcaali ve Eğridere Hükümet-i Muvakkate örneklerine benzer bir şekilde burada da bir idare meydana getirir.  Bölgenin ileri gelenlerinden birini kasabaya yönetici olarak atar. Ayrıca düzen ve asayişi sağlamak üzere yerel halktan, Müslümanlardan yani Türklerden milis kuvveti oluşturur.                                                                                     Koşukavak’ta düzeni sağlayan, işleri yoluna koyan müfreze, ileri harekâtına devam eder. 18 Ağustos’ta Mestanlı’yı, 19 Ağustos’ta da Bulgar süvari alayı ile meydana gelen kısa bir çatışmadan sonra Kırcaali’yi ele geçirir. Şimdi başlayan yeni bir safhadır. Fakat bu oldukça zorlu ve çetin bir süreç olacaktır. Çünkü düne kadar nüfusun ezici çoğunluğunu Türklerin meydana getirdiği bu bölgenin, Bulgarlar tarafından ele geçirilmesine, yapılan baskı ve zulümlere ses çıkarmayan Avrupa başkentleri, müfrezenin ilerlemesinden ve Türklerin kendi hükümetlerini kurmasından rahatsızlık duymakta, hop oturup hop kalkmaktadır. Batının olay karşısındaki tutumunu ortaya en iyi şekilde koyan İngiltere’nin Petersburg Büyükelçisi Sir G. Buchanan’nın, 19 Ağustos 1913’te bakanlığına gönderdiği tarihli telgrafında dile getirdiği  Avrupa, Türklerin ilerlemesine seyirci kalamaz sözüdür.
Durum ciddidir. Daha da önemlisi söylenenlerin blöf olup olmadığı da tam olarak bilinememektedir. İpleri daha fazla germek istemeyen Hükümet harekâtın durdurulması ister. Bu gelişme üzerine Enver Paşa, 19 Ağustos 1913’te Eşref Bey’e daha fazla ileri gitmemesi için emir verir. Aynı şekilde hükümet de Avrupa başkentlerini rahatlatmaya ve bu yolla üzerindeki baskıyı hafifletmeye yönelik bir adım atar. Harekât konusunda onları aydınlatmaya çalışır. Konuyla ilgili olarak Avrupa başkentlerindeki elçiler devreye sokulur. Onlardan, harekâtla ilgili olarak Babı Ali’nin düşüncelerini Avrupa başkentlerine iletmeleri istenir. 
Babı Ali’ye göre birliklerin Batı Trakya’ya gönderilmesinin bir tek nedeni vardır: Türklerin yaşadığı ve özellikle kilise ile Bulgar çeteler tarafından gerçekleştirilen zulüm ve saldırıların önüne geçmek. Aslında Babı Ali’nin bununla söylemek istediği harekâtın geçici olduğu ve hiçbir şekilde Meriç’in batısına geçme ve orada kalma gibi bir niyetin olmadığıdır. Aslında batının bu söylenenlere inanmaya hiç niyeti yoktur. Dahası onun derdi, harekâtın nedeniyle değil sonuçlarıyla ilgilidir. Fakat şu an için yapabilecekleri bir şey yoktur. Yapılan taktiksel mücadele, yani iyi polis kötü polis oyunu tutmuş, biraz olsun zaman kazanılmıştır. Batı beklemededir.
Enver Paşa’dan gelen telgraf üzerine Paşa ile Kuşçubaşı Eşref arasında günümüzde Bulgaristan sınırları içinde bulunan Ortaköy’de yani İvaylovgrad’da bir görüşme gerçekleştirilir. Aslında yapılan geçmişin muhasebesi değil geleceğin hesabıdır. Yapılan görüşme sonunda Enver Paşa, harekâtın devam ettirilmesine karar verir. Zaten Paşa’nın, Eşref beye gönderdiği telgrafla bildirdiği talep, kendinin değil hükümetindir. Kısaca amaca giden yolda verilen mola kısa sürmüştür.
Ortaköy’de gerçekleşen bu görüşme sonrasında Süleyman Askeri Bey, Ali Fethi ve Mustafa Kemal’in direktifleri doğrultusunda bazı subay arkadaşları ve ordudan ayrılan gönüllülerle birlikte Batı Trakya’daki mücadeleye katılır. Hareket şimdi, 17 Kasım 1913’te kurulan Teşkilatı Mahsusa’nın ilk başkanı olan Süleyman Bey ve arkadaşlarının katılımıyla, düne göre çok daha güçlüdür.  Bundan böyle tüm komuta ve kontrol Süleyman Askeri Bey’dedir. Başlayan yeni bir dönemdir.
Enver Paşa’nın konuya sıcak bakmasıyla başlatılan ileri harekâtla harekete geçen birlikler çok kısa bir sürede hemen hemen Batı Trakya’nın tamamını kontrol altına alır. 31 Ağustos’ta Batı Trakya’nın merkezi konumundaki Gümülcine ele geçirilir. Ardından 1 Eylül’de de İskeçe’ye girilir. Artık Ortaköy (İvaylovgrad), Papazköy, Paşmaklı (Smolyan), Yenice, Habipçe, Harmanlı, Eğridere (Ardino), Koşukavak (Krumovgrad), Kırcaali, Mestanlı (Momçilgrad), Cuma-i Bala (Blagoevgrad), Darıdere (Zlatograd), Nevrokop (Gotse Delçev), Gümülcine (Komotini) ve İskeçe (Ksanti) Süleyman Askeri Bey komutasındaki birliklerin kontrolündedir.
Avrupa başkentlerinden şaşkınlık ve kızgınlıkla dolu sesler yükselir. Babı Ali üzerindeki baskılar iyice artar. Fakat tüm uyarılara rağmen birlikler, geri çekilmek bir yana Avrupa’nın içine doğru biraz daha ilerler.      Savaş tehlikesi kapıdadır. İstanbul’un doğusuna, biraz iyimser bir tahminle Çatalca’nın gerisine atılmak istenen Türkler, bırakın Edirne’yi yeniden Balkanlarda yani Avrupa’dadır. Oysa Emperyalist güçlerin, batıda, Türklerin varlığını kabul edilebileceği en son sınır, yani kırmızı hat ancak ve ancak Meriç nehridir. O kadar ki, Türkiye’nin muzaffer bir devlet olarak oturduğu Lozan görüşmelerinde bile bu konuda değişen bir şey olmamış, emperyalist güçler, Türklerin ancak küçük bir noktada, Karaağaç’ta Meriç’in batısına geçmesine razı olmuşlardır. O da zorla ve üstelik Batı Anadolu’da Yunan ordusunun yaptığı onca katliam, yağma ve yıkımların karşılığı olarak. Güçleri yetse, kıvırabilecekleri bir nokta olsa, belki bu kadarına da razı olmayacaklardır ya, neyse!
Edirne’yi geri alan ve büyük bir saygınlık kazanan Babı Ali, daha fazla riske girmez. Alınan yerlerin ve daha fazlasının da kaybedilme olasılığı karşısında Avrupa başkentlerinden gelen baskılar üzerine geri adım atar. Birliklerin, Meriç’in doğusuna çekilmesi için emir verir. Herkes şaşkınlık içindedir. Hiç kimse, buradaki insanları, tekrar Bulgar yönetiminin insafına bırakmak istememektedir. Süleyman Askeri Bey silah arkadaşları verilen emri reddederler. Dahası yapılanlar sadece emrin reddedilmesiyle sınırlı kalmaz. Aynı zamanda, 31 Ağustos 1913’te Osmanlı Devleti ile tüm bağların koparıldığı ve Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi adıyla yeni bir idarenin kurulduğu, tüm dünyaya şu sözlerle duyurulur: “Allah’ımıza dayanarak ve benliğimize güvenerek bu günden itibaren İslam’ı, Hıristiyan’ı, Türkü, Bulgarı aynı hukuka malik almak şartıyla Garbi Trakya Hükümeti Müstakilesi’ni ilan eylemiş olduk.”
Kurulan Batı Trakya Geçici Hükümeti’nin reisliğine Müderris Salih Efendi getirilir.  Süleyman Askeri Bey ise hem Erkan’ı Harbiye reisi yani genelkurmay başkanı hem de icra heyeti başkanıdır. Artık bütün yetki ve güç Süleyman Askeri Bey’dedir. 11 kişiden oluşan Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi yönetiminde, Hoca Salih Efendi ve Süleyman Askeri Bey dışında 9 kişi daha yer almaktadır. Bunlar, Mehmet Şükrü Paşa, Hacı İsa Efendi, Hilmi Paşa, Hafız Ali Galip Efendi, Hacı Saffet Efendi, Mehmet Şükrü Paşazade İbrahim Bey, Hüseyin Paşa, Hacı Beyzade Osman Nail Bey ile Hoca Mehmet Efendi’dir.
Hükümetin kurulmasına ve Osmanlı ile tüm bağlarını kestiğini bildirmesine rağmen Babı Ali açısından değişen bir şey olmaz. Üzerindeki baskı azalmak bir yana artarak devam eder. Büyük güçlerin talebi, nasıl ve ne şekilde olursa olsun Batı Trakya’daki hükümetin lav edilmesi, silahlı güçlerin dağıtılması ve subayların geri çekilmesidir. Babı Ali yanıtı olumsuz değildir. Fakat sorunun asıl muhatapları Babı Ali’den farklı düşünmektedir.
Avrupa başkentlerinde sinirler iyice gerilmiştir. Sabırlarının sonuna kadar zorlanmasından ve denenmesinden dolayı,  rahatsızlık had safhadadır. Fakat şimdilik, en azından Babı Ali’nin yanıtı olumlu olduğu sürece, gelişmeleri izlemekten ve beklemekten başka yapabilecekleri bir şey yoktur. Taktik bir kez daha tutmuş ve istenilen sonuç elde edilmiştir.
Batı Trakya’da bağımsız bir hükümet kuruluşunun etkileri dalga dalga tüm Balkanlara yayılır. Herkesin, özellikle de Hıristiyan toplumların merak ettiği konu, Osmanlı’nın yani Türklerin Balkanlara yeniden kalıcı olarak geri dönüp dönmediğidir. Korku duyulan asıl konu ise Batı Trakya’da ortaya çıkan bu hareketin, bölgeyle sınırlı kalıp kalmayacağıdır. Yani merak edilen konu, Meriç’ten Avusturya’ya kadarki bölgede yaşayan Müslümanların, bu olaya nasıl tepki vereceği, harekete geçip geçmeyeceğidir! En azından 3 Türk bir araya gelince devlet kurar inancındaki Avrupa’yı en çok düşündüren, meşgul eden konu budur. Bazı kaynaklara göre Balkanlardaki Müslümanların geleceği, Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi yöneticilerinin de üzerinde durduğu önemli konulardan biridir. Özellikle Genelkurmay başkanı Süleyman Askeri Bey ile Gümülcine’nin ileri gelenlerinden Hafız Galip’in bir araya geldiklerinde konuştukları en önemli konu, Balkanlardaki Türklerin yani Müslümanların geleceğidir. Süleyman Askeri Bey ve Hafız Galip’e göre Balkanlarda yaşayan Evladı Fatihan torunlarının gelecekten emin olmalarının yolu birlikte hareket etmelerinden, bir arada olmalarından geçmektedir.Süleyman Askeri Bey’e ve Hafız Galip’e göre yapılması gereken, başta Bulgaristan olmak üzere, Makedonya, Epir Eyaleti, Arnavutluk, Kosova ve Bosna Hersek’in; daha doğru bir söyleyişle, buralardaki Türklerin yani Müslümanların Balkan federasyonu ya da konfederasyonu adıyla, bir devlet çatısı altında bir araya gelmesidir. Söylenenler sadece düşüncede kalmaz az ya da çok uygulamaya da konur. Bu düşünceye destek sağlamak amacıyla Gümülcine’de, “Balkanlı Müslüman Türkler 1. Kongresi” gerçekleştirilir.
Süleyman Askeri Bey ile Hafız Galip’i  böyle düşünmeye ve davranmaya iten aslında siyasal inançlarından çok yaşadıkları acılar olsa gerektir.  O kadar ki, Balkan devletlerinin bağımsızlıklarını elde etme sürecinde ve sonrasında milyonlarcası sürülmüş, yüz binlercesi katledilmiş, bir o kadarı da zorla Hıristiyanlaştırılmıştır. Kısaca yaşanan acılara her gün yenileri eklenmiştir. Batı Trakya’da ortaya çıkan bu hareket, aslında yaşanan tüm bu acılara karşı yükselen bir çığlıktır. İstenilen, daha önce Osmanlı Devleti egemenliği altında yaşayan Balkan halklarının yaptığı gibi, kendi bağımsız devletlerini kurmaktır. Fakat bu nu gerçekleştirmek o kadar da kolay değildir. Çünkü Balkanlarda Osmanlıya karşı savaşan çeteleri, özgürlük savaşçısı olarak gören, onları kutsayan ve destekleyen batı, söz konusu Türkler ve Müslümanlar olunca kılını bile kıpırdatmaz. Dahası böyle bir hareketin başarıya ulaşmasını engellemek için elinden geleni yapar. Günümüzde Bosna Hersek’e yönelik savaşta da olduğu üzere olaya, üstünlük Müslümanlara geçince müdahale eder. Kısaca haçlı zihniyetini bir türlü terk edemeyen batı, söz konusu Türkler yani Müslümanlar olunca adalet, hukuk, özgürlük, eşitlik insanlık kavramlarını bir tarafa bırakır. Dahası bırakmakla da kalmayıp onların yarattığı her türlü siyasal hareketi boğmak için de elinden geleni yapar.
Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi oluşumu üzerineAvrupa başkentleri kırmızı çizgilerini bir kez daha ortaya koyarlar. Yarattıkları hayali bir korkuyla, bırakın tüm Balkanlarda, nüfusun ezici çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu Batı Trakya’da bile ayrı bir Türk devletinin varlığını kabul etmezler. Babı Ali üzerindeki baskı iyice artırılır. Zor durumda kalan İstanbul’un imdadına Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi yetişir. Babı Ali üzerindeki baskıyı azaltmak ve onu rahatlatmak için hükümet harekete geçer ve 25 Eylül 1913’te tam bağımsızlığını ilan eder. Adını da Garbi Trakya Hükümeti Müstakilesi yani Batı Trakya Bağımsız Hükümeti olarak değiştirir. Dedeağaç’tan Kırcaali’ye, İskeçe’den Darıdere’ye yani Zlatograd’a kadar yeni devletin kurulduğu tüm bölgede insanlar coşku ve heyecan içindedir. Ülkenin her yerinde ay yıldız ve siyah, beyaz yeşil renklerden oluşan Batı Trakya ile Osmanlı bayrakları dalgalanmaktadır.

Batı Trakya Bayrağında yeşil, İslamiyeti; siyah, Balkanlarda Türklerin yaşadığı zulmü; beyaz özgürlüğü; ay ve yıldız ise Türklüğü simgelemektedir.

Batı Trakya Devleti’nin kurulur kurulmaz yaptığı ilk iş, haklı davasını tüm dünyaya duyurmak için harekete geçmek olur. Bu amaçla Samuel Karaso adındaki Yahudi bir vatandaşa ajans kurdurulur.  Yapılanlar bununla sınırlı kalmaz. Bağımsız ve egemen bir devlet olmanın gerektirdiği diğer adımlar da zaman geçirilmeden atılır. Ülkenin en ücra köşelerine kadar zaman geçirilmeden idari yapı oluşturulur, mahkemeler kurulur. Ayrıca devletin mührü ve pulu bastırılır, gümrük kapılarını oluşturulur. Artık hiç kimse pasaportsuz olarak ülkeye giremeyecektir. O kadar ki,   Osmanlı Devleti’nin en güçlü isimlerinden olan Cemal Paşa, Eşref ve Süleyman Askeri bey ile görüşmek istediği zaman kendisine, Batı Trakya Devleti’nin sınırları içine pasaportsuz olarak giremeyeceği söylenir. Enver Paşa ile Talat Beyin devreye girmesi de sonucu değiştirmez.  Bu arada önemli bir uygulamada daha bulunulur. Süleyman Askeri Bey tarafında ülkenin milli marşı yazılır:      
Ey Batı Trakyalı asil Türk çocuğu ne mutlu sana,
Sen hayat verdin kanınla milli kurtuluş savaşına.
Yüce kahramanlığın nakşedildi cihanın her yanına,
Selam duruyor milletler senin şu milli bayrağına.
Bastığın şu yerler senin şanlı şehitlerinle dolu.
Düşmanlar taciz edemez yüce kahramanların ruhunu.
Şanlı şehitlerin sarılmış kurtuluş bayrağına,
Bu ne ulvi şereftir gömülmek ecdad toprağına.
Yurtta hürriyetin, istiklalin rüzgarı esiyor,
Kahraman mücahitler şu pis esareti deviriyor.
Bu şanlı milli istiklal savaşından asla dönülmez!
Karşımıza çelik ordular da çıksa, bizi ürkütemez!
Biz, milli istiklal için Meriç’i, Karasu’yu aştık,
Bütün müstevlileri ezerek, yenerek hedefe ulaştık.
Balkanlarda şanlı bir cumhuriyet çığırını açtık,
İlk defa hürriyet meş’alesini biz yaktık.
Bu bayrak dalgalanacak, cumhuriyet yaşayacak!
Karşımızdaki düşmanlar bizden ürküp kaçacak!
Binlerce yıl hür yaşayan bir milletin torunlarıyız,
Şu steplerin kurdu, arslanı, göklerin kartalıyız.
Mücahitlerin hamlesi her zaman fırtınalar andırır,
Savaşta heybetimizin dehşetinden düşmanlar bayılır.
Batı Trakya Cumhuriyeti yaşayacak,yaşayacak!
Terakkimizin karşısında milletler şaşıracak!
Ey şirin Batı Trakya!... İşte nihayet esaretten kurtuldun,
Ey düşmanlar!... Sanmayın savaşlardan bu millet yorgun.
Cumhuriyetin yüce bayrağı her an bu yurtta dalgalanacak,
Su bütün Batı Trakyalılar kıyamete kadar hür yaşayacak!
Süleyman Askeri
P.Kurmay Bnb. Batı Trakya Türk Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı
Dedeağaç, 3 Eylül 1913


Sofya ve Atina tarafından çevrilen Batı Trakya Bağımsız Hükümeti, ülke savunması konusunda elinden geleni yapar. Daha Garbi Trakya Geçici Hükümeti’nin kuruluşundan itibaren düzenli ve güçlü bir ordu oluşturmak için büyük bir çaba içine girilir.  O kadar ki, 4 Ekim 1913’e gelindiğinde silahlı kuvvetlerin mevcudu, 30 bini bulmuştur. Hedef 16 binini yerel halkın, 8 binini Balkan muhaciri gönüllülerin, 6 bini de Osmanlı ordusundan kaçıp gelen askerlerin oluşturduğu bu sayıyı 60 bine çıkarmaktır.
Batı Trakya Bağımsız Devleti’nin varlığına en büyük tehdit Bulgaristan’dan gelmektedir. Bu nedenledir ki, Genelkurmay başkanı Süleyman Askeri Bey ordusunun en seçkin birliklerini ve önemli bir kısmını bu ülkeyle olan sınırına yerleştirir. Yüzbaşı Cemil Bey komutasındaki 4000 bin kişilik mevcudun konuşlandığı yer, stratejik açıdan birinci derecede önemli olan Darıdere’ye yani Zlatograd’tır. 2300 kişilik diğer bir grubun merkezi, yine yeni kurulan devletin savunulması açısından stratejik bir öneme sahip bulunan Kırcaali’dir. Mestanlı ve Eğridere’de ise gerektiğinde geri çekilip esas kuvvetlere katılabilecek daha küçük süvari birlikleri bulunmaktadır.
Atina’nın gözü, kulağı Batı Trakya’daki gelişmelerdedir. Yunanistan’ın temel politikası, Osmanlı Devleti’ni Batı Trakya sorunun içine çekmek ve böylece Bulgaristan ile anlaşma yapmasını, yakınlaşmasını engellemektir. Atina bu amaçla 2 Ekim 1913’te, kontrolü altındaki Dedeağaç’ı, Batı Trakya Devleti’ni bırakır.   Atina’nın hamlesi sadece Dedeağaç’ı vermekle sınırlı kalmaz. Ayrıca bu ülke ile Bulgaristan’ı birbirine düşürmek amacıyla başka vaatlerde de bulunur. Mücadeleyi, savaşı Tuna’ya kadar yayması karşılığında silah ve askeri yardım yapma taahhüdünde bulunur. Fakat tüm bunlar sadece sözde kalan vaatlerdir.
Atina’nın girişimlerini yakından izleyen Sofya da Atina’nın bu hamlesi üzerine Batı Trakya politikasında değişikliğe gider. Asıl amacında bir sapmaya gitmeden, yeni kurulan devletle iyi ilişkiler kurmaya çalışır. Onun Yunanistan ile yakınlaşmasını engellemek için siyasi bir hamle yapar. Düne kadar ortadan kaldırmaya çalıştığı, savaştığı fakat karşısında her seferinde geri çekilmek zorunda kaldığı devletin varlığını kabul etmek zorunda kalır. Yani onu tanır. Fethi Okyar’a göre Batı Trakya Devletini, Yunanistan ve Bulgaristan’ın yanı sıra, Sırbistan, Karadağ, Arnavutluk ve İtalya da tanımıştır. Artık söz konusu olan yeni bir Türk devletinin varlığıdır.
Garbi Trakya Hükümeti Müstakilesi yani Batı Trakya Bağımsız Hükümeti’nin sınırları doğuda Meriç, batıda Struma-Karasu, güneyde Ege denizi, kuzeyde ise Kırcaali ve Ropcaz’ı içine alacak şekilde Filibe ovasına kadar uzanmaktadır. Rum ve Bulgarların da yaşadığı 23.591 kilometrekare büyüklüğündeki bu devletin nüfusunun ezici çoğunluğunu ise Türkler oluşturmaktadır.
Garbi Trakya Hükümetinin kuruluşu konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bazı kaynaklara göre bu devletin kuruluşunun temelinde 17 Kasım 1913’te kurulan Teşkilatı Mahsusa bulunmaktadır. Başka bazı kaynaklara göre ise bir halk hareketidir. Bazılarına göre ise bu, her ikisinin bir sonucudur. Kısaca konuyla ilgili tartışmalar uzayıp gider. Fakat bu konuda kesin olan bir şey varsa, o da,  Balkanlarda, 1878’de Kırcaali ve Rodoplarda başlayan, 1913’de Batı Trakya Bağımsız Hükümetiyle doruğa çıkan, 1915’ten sonra Fuat Balkan’la devam eden Türk bağımsızlık mücadelesinin, Türk Kurtuluş Savaşı için harika bir deneyim olduğu ve laboratuar görevi gördüğü ve bunun çok planlı bir şekilde hayata geçirildiğidir.    
Avrupa başkentleri, 1. Dünya Savaşı’nın ayak seslerinin duyulduğu bir ortamda sorunu daha fazla uzatmak istemezler. Batı Trakya’nın Bulgaristan’a bırakılması karşılığında Edirne’nin Osmanlı Devleti’nde kalmasını kabul ederler.  Anlaşma 29 Eylül 1913’te imzalanır.
İmzalanan İstanbul Anlaşması’ndan dolayı herkes çok memnundur. En sonunda adım adım uygulanan plan sayesinde amaca ulaşılmış, bir taşla iki kuş vurulmuştur. Yani Meriç’e kadar tüm Doğu Trakya geri alınmış, Batı Trakya ise Bulgaristan’a bırakılarak, bu ülkeyle Yunanistan arasında olası bir ittifakın önüne geçilmiştir. Ayrıca elde edilen bu sonuç sayesinde yaklaşmakta olan büyük savaştan önce hem ordunun modernizasyonu ve toparlanması için zaman kazanılmış, hem de bölgedeki insanlardan da savaşta yararlanmanın alt yapısı oluşturulmuştur. Batı Trakya’yı ele geçirme konusundaki mücadele şimdi Atina ile Sofya arasındadır. Bunun ne kadar doğru, akılcı ve yerinde bir karar, bir politika olduğu, 1. Dünya, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nda ortaya çıkar. Bulgaristan’ın oyunun dışında kalmasıyla Türkiye rahatlar.Bu akılcı yol ve strateji sayesinde Türkiye, sadece Yunanistan ile kozlarını paylaşmak zorunda kalır. Misak-ı Milli’yi daha rahat gerçekleştirme olanağına kavuşur. Batı Trakya’nın kaderi ise Lozan’da çizilmeye çalışılır. Fakat gösterilen tüm gayretlere, verilen onca mücadeleye rağmen, ulusal sınırlar içine dâhil edilemez.
Yapılan Anlaşmaya göre bölge en geç 25 Ekim 1913’te boşaltılacaktır. Yani Batı Trakya Bağımsız Hükümeti yöneticileri en geç, egemenliğin Sofya’ya geçeceği bu tarihte bölgeyi terk edeceklerdir. Bölgenin Bulgaristan’a bırakılmasının nedeni konusunda değişik görüşler bulunmaktadır. Bir kısım yazar ve tarihçi bundan, İttihat Terakki’yi sorumlu tutmaktadır. Bazı yazarlar ve tarihçiler ise tam tersi görüştedir. Alınan bu kararda belki de asıl etkili olan neden uluslararası ilişkilerde ortaya çıkan karmaşık durumdur. Yani Avrupa’nın üzerinde dolaşmaya başlayan savaş bulutlarıdır.                                        Şöyle ki, son yüzyılını savaşlarla geçiren ve bu savaşlarda milyonlarca insanını kaybeden Osmanlı Devleti, artık yorgun ve bitkindir. Dolayısıyla toparlanmak için zamana ve savaş dışında kalmaya ihtiyacı bulunmaktadır. En azından savaşmak zorunda kalırsa da bunu tek düşmanla ve tek cephede yapmak istemektedir.
Bulgaristan ile Osmanlı Devleti arasında anlaşmanın gerçekleştirildiği bir dönemde Batı Trakya Bağımsız Hükümeti yöneticileriyle Babı Ali arasında gizli görüşmeler gerçekleştirilir. Görüşmelerde bölgenin geleceğiyle ilgili bazı önemli kararlar alınır. Türk Kurtuluş Savaşı esnasında Yüce önder Atatürk’ün de kabul ettiği ve Amasya genelgesine de dâhil ettiği bu karara göre, zaten ülkenin bir parçası olan Doğu Trakya ile Batı Trakya’nın kaderi hiçbir şekilde birleştirilmeyecektir. Yani Batı Trakya’nın bağımsızlık mücadelesi ayrı olarak verilecektir. Çünkü aksi bir durumda Meriç’ten Çatalca’ya kadar tüm Doğu Trakya’nın durumu da tartışma konusu haline gelebilecek, dolayısıyla da elden çıkabilecektir.
Batı Trakya’daki kuvvetler, özellikle de subaylar,  isteksizce de olsa, anlaşmaya uygun olarak 25 Ekim 1913’te bölgeyi, ancak, bazı silah ve cephaneyi ileride yeniden gerekebilir düşüncesiyle saklayarak terk eder. Artık bölge Bulgarlarındır. Böylece 31 Ağustos 1913’te başlayan tatlı rüya 56 gün sonra 25 Ekim 1913’te son bulur. Son bulan sadece hükümettir. Umutlar ve hayallerse her zaman olacaktır. O kadar ki, umutlar ve hayaller 1915’te Balkanlarda ilk Türk komitacısı Fuat Balkan’ın önderliğinde yeniden yeşerecektir. Hem de arkasında bir destan bırakarak.  

 

KAYNAKÇA

KİTAPLAR

  • Kemal Şevket Batıbey; Batı Trakya Türk Devleti (1919-1920); Boğaziçi Yayınları,
  • Nevzat Gündağ; 1913 Garbi Trakya Hükümet-i Müstakilesi; Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları
  • VELİKOV Stefan; Kemalist İhtilal ve Bulgaristan; 1918-1922; Kıtaç Yayınları; Nisan 1969
  • MARTI Metin; Fuat Balkan’ın Hatıraları; Arma Yayınları; 1998
  • İPEK Nedim; Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri; Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları; 1994
  • ŞİMŞİR, Bilal: Rumeli’den Türk Göçleri, Ankara, 1968

 MAKALELER

  • Dr. YILMAZ Türel; Tarihi Perspektif İçinde Bati Trakya ve Batı Trakya Türk Azınlığının Haklarını Koruyan Antlaşmalar (1878-1923),
  • Yrd. Doç. Dr. Zerrin Balkaç; Mütareke Yıllarında Batı Trakya Türklerinin Mahallî Savaşları
  • Kader ÖZLEM; Batı Trakya Türk Cumhuriyeti
  • Ahmet AYDINLI; Atatürk ve Rodop-Batı Trakya Türkleri; Dünya Gündemi Gazetesi;  13-24 Ağustos 2005, Pazar,
  • Ahmet AYDINLI; Batı Trakya, Avrupa’da Değil mi; Dünya Gündemi Gazetesi;  21-28 Mayıs 2006, Pazar,
  • Ahmet AYDINLI; Teşkilat-ı Mahsusa Mensubu Batı Trakyalı Hafız Ali Galip’in Faaliyetleri; Dünya Gündemi Gazetesi;  23-30 Temmuz 2006, Pazar,
  • Ahmet AYDINLI; Teşkilat-ı Mahsusa ve Batı Trakya Cumhuriyeti’nin Teşekkül Sebepleri; Dünya Gündemi Gazetesi;  14-24 Ocak 2007, Pazar,
  • Ahmet AYDINLI; Teşkilat-ı Mahsusa ve Batı Trakya Cumhuriyeti’nin Teşekkül Sebepleri; Dünya Gündemi Gazetesi;  7-14 Ocak 2007, Pazar,

HÜKÜMETİ MUVAKKATE
4 Mart 1878- 5 Nisan 1886

 “Ayastefanos Antlaşmasını şiddetle protesto ederiz. Müslümanların idare ettikleri yerlerle, Ruslar ve Bulgarlar tarafında idare olunan yerler arasındaki büyük farkı görmek üzere kimi isterseniz gönderiniz. Meriç’in güney-batı tarafındaki topraklardan, yeni Bulgaristan’a bir karış yer vermemenizi istirham ederiz. Çünkü idaremiz altında bulunan 4 milyon Müslüman, işitilmemiş cinayetlerle ismini kirletmiş olan ve her zaman düşmanımız bulunan bir hükümete boyun eğmektense yok olmayı tercih eder.”

16 Mayıs 1878
Hükümet-i Muvakkate

24 Nisan 1877’de Osmanlı Devletine savaş ilan eden Rus Ordusunun harekete geçmesi yaz aylarını bulur. General Gurko komutasında başlatılan askeri harekât, Tulça üzerinden Tuna nehrine doğru, Dobruca ovası boyunca hızla ilerler.
Saldırı karşısında Osmanlı orduları vakit geçirmeden savunma önlemlerini alır. Tuna Orduları Genel Komutanı Müşir Abdülkerim Paşa, Kuzey Dobruca’yı boşaltır ve tüm kuvvetlerini Tuna nehrinin güneyinde toplar.
Rus kuvvetlerinin ilerleyişi karşısında geri çekilen yalnız ordu değildir. Aynı zamanda yüz binlerce sivil de yaşadıkları yerleri boşaltıp güneye, Varna’ya doğru hızla kaçmaktadır. Daha doğrusu, Ruslar ve Bulgar komitacılar, yüce amaçları için engel gördükleri Türklerden kurtulmak için onları, doğdukları topraklardan zorla göç ettirmekte yani sürmektedir. İngiltere’nin Varna konsolosu Reade durumu, “gerek bu anlatılanlardan, gerek Ruslarla Bulgarların başka davranışlarından pek açık biçimde görülüyor ki, onların gerçek amacı, tüm Müslümanları, ülkeden def etmektir” sözleriyle ifade etmektedir:”
Sözün özü, gerçekleştirilen, Justin McCarthy’nin deyimiyle, “ölüm ve sürgün”dür. Yaşanan tam anlamıyla bir ölüm kalım savaşı, bir insanlık dramıdır.
Ölüm kalım savaşının ne anlama geldiği Rus ordularının Tuna’ya ulaşmasıyla iyice ortaya çıkar. General Gurko komutasındaki kuvvetler, kıyı boyunca askeri, sivil hedef ayrımı yapmaksızın tüm bölgeyi bombardımana tabi tutar. O kadar ki, hastaneler bile bu saldırıların hedefi olur. Saldırılar karşısında başta, bölgenin en büyük kenti olan Rusçuk olmak üzere, bütün şehirler hızla boşalır. Başka bir deyişle, bombardımandan ve saldırılardan sağ kurtulan siviller doğdukları, yaşadıkları toprakları alelacele terk edip, güneye doğru can havliyle kaçmak zorunda kalır. Kısaca sonu ne zaman biteceği belli olmayan “ölüm ve sürgün” adlı tragedyanın ilk bölümü sahneye konmuştur. Yaşanan tam anlamıyla bir katliam ve tehcirdir.
Yaşanan trajedi ve acılar, Rus ordularının hiç beklenilmeyen bir yerden, Vidin ile Rusçuk arasındaki bir bölgeden Tuna’yı geçmesiyle iyice artar. Sürgün edilenlerin ve katledilenlerin sayısı bu ordunun ilerlediği her gün ve girdiği her şehir boyunca katlanarak artar. Acıların ve acı çekenlerin sayısına her gün yenileri eklenir. Katledilen yüz binlerin ise artık ne bir geçmişi ne de bir geleceği vardır. Belki de ölüm onlar için kurtuluş olmuştur.  Fakat geride kalan on binlerce öksüz çocuk için ise durum farklıdır. Artık onları, düne kadar yabancısı oldukları yeni ve farklı bir gelecek beklemektedir.
Rus Ordularının önü sıra dondurucu Balkan ayazında hem kendi hem de çocuklarının canını kurtarmak için özellikle güneye ve doğuya doğru can havliyle kaçan çoğu kadın ve yaşlı yüz binlerce insanın tek hedefi vardır, bir an evvel İstanbul’a ulaşmak, oradan da suyun öte yakasına, Anadolu’ya geçmek. 
Pek çok insan bu hayaline kavuşur. Fakat katliamlardan, salgın hastalıklardan ve dondurucu soğuklardan kurtulan önemli sayıda insan da başka bir yol seçer. Kurtuluşa giden yolda ulaşılması daha kolay olan, geçtikleri güzergâha daha yakın mesafede bulunan ve nüfusun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu Rodoplara sığınır.
Rodoplarda yaşayan herkes, gördükleri karşısında şaşkınlık içindedir. Çünkü o güne kadar sadece kulaktan duydukları her şey şimdi etiyle, kemiğiyle, korku dolu, çaresiz ve yalvaran gözlerle karşılarındadır. Artık gerçeklerle, yani savaş,  acı, katliam ve insanlık dramlarıyla yüz yüzedirler. Şimdi Rodoplarda hâkim olan tek duygu sadece ve sadece ölüm sessizliğidir. Herkesin merak ettiği tek konu, Rus ordularının bölgeye ne zaman saldıracağıdır? Beklenen olmaz.  Rus ordusu milyonlarca Müslüman’ın yaşadığı, dağlık ve engebeli bir arazi olan Rodoplara girmez, girmeye dahi çalışmaz. Doğrudan Edirne’ye bir başka deyişle İstanbul’a yönelir. Aslında verilen karar akıllıcadır. Çünkü güçlü ve önünde hiçbir kuvvetin duramadığı tüm büyük orduların tek bir zaafı vardır. Dağlık ve engebeli bir arazide, üstelik de gerilla savaşını başarıyla yürüten küçük ve esnek birliklerle karşı karşıya gelmek. Rodoplar da bu anlamda belirtilen tüm bu özelliklere sahip bir coğrafyadır. Bir tarafta, geçit vermeyen engebeli, dağlık ve ormanlık arazi; diğer tarafta ise 1876 Nisanında ortaya çıkan Bulgar isyanının bastırılması örneğinde de olduğu üzere, kendi başlarının çaresine bakma, silahlı direniş ve mücadele geleneği olan inançlı bir toplum.

Osmanlı Devleti gelişmeler karşısında şaşkın ve çaresizdir ve aynı zamanda endişe içindedir. Çünkü yüz binlerce insanı hem batıda hem doğuda bu savaşta yaşanan saldırılar ve meydana gelen salgın hastalıklar nedeniyle ölmüş, çok daha fazlası akın akın yollara dökülmüştür. Üstelik vatanın bir parçası da kaybedilmiştir.  Daha da kötü olanı ise düşmanın artık başkentin kapılarına dayanmasıdır.  Şimdi tehdit altında olan tüm ülkenin kaderi ve geleceğidir.
Rus ordularının İstanbul’a yöneldiği bir dönemde gelişmeleri korku ve tedirginlik içinde izleyen sadece Osmanlı Devleti değildir. İngiltere ve Avusturya da gelişmeleri, belki de Osmanlı Devleti’nden de daha fazla kaygı ve korku duyarak izlemektedir. Evet Viyana ve Londra Rus ilerleyişinden en az İstanbul kadar kaygılıdır. Fakat kaygılarının nedeni ne Doğu Anadolu’da ve Balkanlarda yerinden, yurdundan edilen, sürülen milyonların dramı, ne de yollarda komitacılar tarafından katledilen, hastalıklar yüzünden ölen yüz binlerin gerçekleşmemiş hayalleridir. Kaygılıdırlar, çünkü Osmanlı gibi büyük bir pastaya tek başına Rusya’nın hakim olma ve doğuya giden yolların kontrolünün bu ülkenin eline geçme tehlikesi bulunmaktadır.
Neyse! Doğuya yönelen Rus orduları 20 Ocak 1878’de Edirne’yi ele geçirir. Artık başkent İstanbul’un önündeki son savunma hattı da ortadan kalkmıştır. Sıra şimdi İstanbul’dadır. Fakat bunun için Rus ordularının önce Çatalca hattına ulaşmaları ve orayı aşmaları gerekmektedir.
Rus ordularının ülkenin en iyi savunulan şehrine yani başkent İstanbul’a ulaşmaları beklenenin aksine oldukça kolay olur. Bunun için savaşmaları bile gerekmez. Osmanlı Devletiyle 31 Ocak 1878’de yaptıkları Edirne Ateşkes Anlaşmasıyla,  bu amaçlarına ulaşırlar. Babı Ali’den, Çatalca savunmasının 1. hattını işgal etme hakkını elde ederek İstanbul’un kapılarına dayanırlar. Artık tüm Balkanlar, doğu Trakya da dâhil olmak üzere, Rusya’nın kontrolü altındadır. Daha da önemlisi Rus orduları şimdi, İstanbul’a bir adım mesafede Yeşilköy’dedir. Kısaca Rusya, Şark Meselesi sorununda şimdilik İngiltere’den bir adım öndedir. İstanbul ise kaderine razı olmuş beklemektedir.
İstanbul’un ve dolayısıyla boğazların Rusya’nın eline geçmesi, İngiltere’nin kabul edebileceği bir şey değildir. Çünkü İstanbul ve boğazlar, stratejik açıdan, dünya güç dengelerini etkileyebilecek bir coğrafyada yer alan önemli geçiş noktalarıdır. Bırakın İstanbul’un ve boğazların Rusya’nın eline geçmesini, bunun düşüncesi bile İngiltere açısından kabul edilebilecek bir gelişme değildir. Çünkü İstanbul’un ve boğazların Rusya’nın hâkimiyetine geçmesi, İngiltere’nin doğudaki çıkarlarının tehlikeye girmesi bir bakıma adaya sıkışıp kalması demektir. Hal böyle olunca Londra, hiç vakit kaybetmeden harekete geçer. Rusya’nın tek başına İstanbul’u işgal etmesinin ve boğazları ele geçirmesinin önüne geçmek için olaya müdahale eder.İstanbul’da yaşayan İngiliz vatandaşlarını koruma bahanesiyle, savaş gemilerinden oluşan güçlü bir donanmayı Marmara denizine gönderir. Gemiler İstanbul açıklarına demir atar. Londra bu arada eline geçen fırsatı değerlendirmekten de geri durmaz. Zaten müdahale etmek zorunda olduğu Rus ilerlemesi  karşısında, sanki olay kendini ilgilendirmiyormuşçasına davranarak, bu arada Kıbrıs’ı da Osmanlı Devleti’nden koparır. Babı Ali ise başına örülen çoraptan habersiz, en azından İstanbul’u işgalden kurtardığı için memnundur.   Fakat bir ülkeden kurtulmak için başka bir ülkeye bağlanmanın; kısaca bağımsızlığını ve özgürlüğünü elde etmek için kendine değil başkalarına güvenmenin bedelini ağır ödeyecektir.
Ortam gergindir. Tüm ülkeler gelişmeleri dikkatli bir şekilde izlemekte, bundan sonraki gelişmeyi, özellikle de Rusya’nın hamlesini merak etmektedir. İngiltere’nin hamlesinden gerekli mesajı alan Rusya’nın merak ettiği konu ise, diğer önemli Avrupa başkentlerin, Londra’nın bu hamlesi konusunda ne düşündükleridir. Çünkü Rusya, büyük güçlerin devreye girmesinin 1856 Kırım Savaşı örneğinde de olduğu üzere, savaşın seyrinin değişmesi ve o an’a kadar kazandıklarının da kaybedilmesi demek olduğunu çok iyi bilmektedir.
Rusya için haberler kötüdür. Çünkü gerçekte birbirlerine düşman olan Avusturya, Almanya ve Fransa, Rusya’nın Balkanlardaki ilerleyişi konusunda her ne hikmetse İngiltere ile aynı görüştedir.
Aslında bütün olay çıkar meselesinden başka bir şey değildir. İşin özü hiçbir ülke, Rusya’nın bölgede ve dolayısıyla dünyada tek başına bu kadar güç sahibi olmasını istememektedir. Bir başka deyişle bunu, ulusal çıkarları için tehdit olarak görmektedir. Köşeye sıkışan, bu kadar ülkeyle savaşı göze alamayan Rusya, tercihini barıştan yana kullanır. Osmanlı Devletinin bu konudaki talebini fırsat bilerek masaya oturur.
İki ülke arasında başlayan görüşmeler, 3 Mart 1878’de Ayastefanos Barış Antlaşması ile sonuçlanır. Fakat sonuç hiç de İngiltere, Avusturya, Almanya ve Fransa’nın beklediği gibi değildir. Anlaşmadan, istediklerini elde eden, amaçlarına kavuşan Rusya ve Bulgaristan dışında memnun olan hiçbir ülke yoktur.Ruslar, özellikle de Bulgarlar varılan antlaşmadan dolayı çok mutludurlar. Çünkü hayal bile etmedikleri, edemedikleri oranda büyük toprak parçasına kavuşmuşlardır. Artık var olan tek gerçek, Tuna nehrinden Ege Denizi’ne, Karadeniz’den Ohri gölüne kadar, Bulgarların azınlıkta olduğu bir coğrafyada, Büyük Bulgaristan’ın varlığıdır. Artık Rusya bölgenin tek hâkimidir.
İstanbul’u kurtaran fakat tüm Balkanları kaybeden Osmanlı Devleti, antlaşmadan dolayı üzgündür. Fakat en azından şimdilik, kaderine razı olmaktan başka yapabileceği bir şey yoktur.
Evet! Belki İstanbul’un eli kolu bağlıdır.  Fakat bir şeyler yapılması gerektiğine, bir şeyler yapabileceğine inananlar ve dolayısıyla sonucu beğenmeyenler, kaderine razı olmayanlar da vardır. Bunlar, başta Rodoplardaki Müslümanlar yani Türkler ve Pomaklar ile dönemin diğer emperyalist güçleri İngiltere, Avusturya ve Almanya’dır. Fakat “koyun can, kasap et derdinde” sözünde de olduğu üzere herkesin amacı ve gelişmelerden beklentisi farklıdır. İngiltere, Almanya, Avusturya, Fransa gibi ülkelerin rahatsızlığı tamamen ekonomik ve siyasal çıkarlar nedeniyledir. Yani onlar, Rusya’nın kurulan Büyük Bulgaristan sayesinde Balkanlarda tek başına bu kadar geniş bir alanda etkinlik kazanmasından, dolayısıyla oyun dışı kalmaktan, kısaca sömürgelerini  kaybetmekten korkmaktadır. Rodoplardaki Müslümanlar yani Türkler ise var olma yani yaşam derdindedir.  
Oynanan oyun büyüktür.  Durumun böyle devam etmesi, Avrupa’nın Rusya’ya mahkûm olması demektir ki, bu, hiçbir ülkenin kabul edebileceği bir gelişme değildir. Doğal olarak yapılması gereken emperyalist yarışta, dünyanın paylaşılması mücadelesinde bir adım öne geçen Rusya’nın, her ne pahasına olursa olsun acilen durdurulmasıdır. Fakat bu, nasıl olacaktır?
Dönemin bu sömürgeci güçleri, aradıkları fırsatı, şansı çok kısa sürede elde ederler. Düne kadar varlığından bile haberdar olmadıkları, yaşadıkları trajediyle hiç ilgilenmedikleri, Rodoplardaki Müslümanlar ve onların kurduğu Hükümet-i Muvakkate sayesinde amaçlarına ulaşırlar. Aslında mücadeleleriyle ve sorunlarıyla gerçekte hiç ilgilenmedikleri bu insanların var olma mücadelesini bahane ederek amaçlarına ulaşırlar. Osmanlı Devleti’nden alacaklarını aldıktan, Rusya’ya istediklerini kabul ettirdikten; kısaca amaçlarına ulaştıktan sonra da bu insanları unuturlar.
Rodoplarda Müslümanların yani Türklerin kurduğu Hükümet-i Muvakkati’nin ortaya çıkışı konusunda kaynaklarda iki ayrı tarih öne çıkmaktadır. Bazı kaynaklara göre hükümet, 4 Mart 1878’de; bazılarına göre ise 16 Mayıs 1878’de kurulmuştur. Kurulduğu yer ise Sultanyeri kazasının Karatarla köyüdür. Günümüzde daha çok Bulgaristan’ın güneyinde yer alan Kırcaali ilinin batısı dışında kalan coğrafyaya karşılık gelen Sultanyeri kazası, geçmişte farklı bölgeler için de kullanılmıştır. 17. yüzyılın ilk yarısında Sultanyeri dendiğinde anlaşılan yer, Mestanlı’nın güney ve güneydoğusunda kalan bölgedir. Bir dönem ise en önemli yerleşim merkezi Darıdere, yani Zlatograd olan, Arda nehri boyunca yükselen dağlık kesimdir. 1895’ten sonra ise Kırcaali merkezinin batısı dışında kalan tüm bölgedir. Kısaca Sultanyeri bunların hepsidir. Geçmişte Sultanyeri kazası içinde yer alan Karatarla köyü, günümüzde Kırcaali ile Stanimaka yani Asenovgrad arasında Rodop dağlarının eteğinde bulunmaktadır. Bulgarca adı Çerna Niva’dır.
Hükümet-i Muvakkati’nin yönetiminde 4 kişiden oluşan bir kurucular heyeti bulunmaktadır. Bunlar ismi daha çok bu hükümetle özdeşleşen Ahmet Aga Timirski ile Hacı İsmail Efendi, Kara Yusuf Çavuş ve İngiliz asıllı Hidayet Paşa yani Mr. Sinclair’dir. Demokratik bir anlayışla yönetilen Hükümet-i Muvakkate, ayrıca 30 kişiden oluşan bir Temsilciler Meclisine de sahip bulunmaktadır. Bunun yanı sıra muhtarlar da hükümet tarafından alınan kararlarda söz sahibi olmuşlardır. O kadar ki, alınan önemli pek çok kararda zaman zaman köy muhtarlarının da imzası bulunmuştur. Çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu yaklaşık 4 milyon insanın yaşadığı bir coğrafyada kurulan Hükümet-i Muvakkate, varlığını sürdürdüğü 8 yıl boyunca egemenliği altındaki bölgeyi önce Ruslara daha sonra da Bulgarlara karşı başarıyla savunmuştur.  Bazı aydınlara göre Rodoplarda ortaya çıkan mücadele Türk tarihinde bir ilktir.  Onlara göre Rodop direnişi, 1920–22 yılları arasında Anadolu’nun işgaline karşı ortaya çıkan ve 9 Eylül 1922’de İzmir’de zaferle taçlanan halk direnişinin ve bağımsızlık savaşının ilk başarılı örneğidir. Ünlü araştırmacı Tevfik Bıyıklıoğlu’nun Batı Trakya’da kurulan bu ilk hükümet hakkında görüşleri,Ahmet Ağa Timirski ismindeki bir zatın reisliğinde kurulduğu anlaşılan Batı Trakya’daki bu ilk geçici hükümet, Türk halkı arasında bir uyanış ve yeniden dirilme işareti sayılsa yerindedir. Bab-ı Ali’ye, basına ve yabancı devletlere verilen muhtıralar ve yapılan müracaatlar, ekseriya 25–30 halk vekili ve 100 kadar köy meclisi ve müdürlerinin mühürlerini taşıdığından, bu ayaklanmayı yalnız bir zatın eseriymiş gibi değerlendirmek yanlıştır. Kırcaali ve Rodop ayaklanması, Türk halkının, zulüm ve tecavüze karşı silaha sarılması sonucu ortaya çıkan bir harekettir” şeklindedir.
Rodoplardaki mücadelenin biri siyasi diğeri askeri olmak üzere iki boyutu bulunmaktadır. Burada yaşayan Müslümanlar yani Türkler ve Pomaklar yeri gelmiş siyasi, yeri gelmiş silahlı mücadeleye başvurmuştur. Fakat siyasi gelişmeleri yakından takip eden bu insanlar, Osmanlı Devleti’nin bir parçası olarak kalma umudunu taşıdıkları sürece silaha sarılmazlar. Ne zaman ki, bu umutları yok olur ya da kendilerine yönelik bir saldırı meydana gelir o zaman silaha sarılırlar. Hem de ne sarılma. O kadar sert bir direniş gösterilir ve mücadele verilir ki, kendinden kat be kat üstün düşman bile Rodoplara girmeye korkar. Girse de duramaz gider.
3 Mart 1878’de imzalanan Ayastefanos Antlaşması Rodoplular açısından yeni bir dönemin başlangıcı olur. Artık yeni kurulmuş bulunan Büyük Bulgaristan’ın bir parçasıdırlar. Şimdi ya kaderlerine razı olacaklar ya da tarihi yeniden yazacaklardır. 31 Ocak 1878’de Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan ateşkes antlaşmasının hükümlerine aykırı olarak süren saldırılara bile karşılık vermeyen Rodoplular ikinci yolu seçerler. Osmanlı Devleti’nin bir parçası, padişahın tebaası olarak kalmak, vatanlarını savunmak ve kimliklerini korumak için isyan edip silaha sarılırlar. Başlayan destansı bir mücadeledir. Artık onlar, birer direnişçi, birer ihtilalcidir. 
Rodoplarda 4 Mart 1878’de başayan direnişten Rusya rahatsızdır. Çünkü bu, Ege Deniziyle olan bağlantının kesilmesi, dolayısıyla sıcak denizlere inme hayalinin son bulması demektir. Daha da vahim olanı ise büyük güçlerin, antlaşmayı değiştirmek için aradıkları fırsatı bulmaları, direnişi bahane olarak kullanarak olaya müdahale etmeleri demektir.
Rus kuvvetleri ve Bulgar komitacılar ayaklanmayı bastırmak için zaman geçirmeden harekete geçerler. Daha doğrusu bölgeye yönelik var olan baskı ve saldırılarını daha da yoğunlaştırırlar. Bölgenin önemli yerleşimlerine girerler. Fakat yapılan tüm saldırı, yağma ve katliamlara rağmen Rodopların tamamında hiçbir zaman kontrolü ele geçiremezler. Çaresizlik içinde ihtilalcilerden direnişten vazgeçmelerini ve silahlarını teslim etmelerini isterler. Savaş boyunca yaşanan zulüm, yağma ve katliamların belleklerde daha dünmüşçesine tazeliğini koruduğu bir dönemde, silahların teslimini istemek insanlara, boynuna ilmiği kendin geçir demekten başka bir şey değildir. Üstelik de bunu, gerçekleşen tüm saldırı, katliam, tecavüz sürgünlerin canlı tanıkları Rodoplu direnişçilerden istemek… Boşuna uğraş. Direnişçilerin yanıtı net ve kesindir: Ya istiklal ya ölüm.
Rus ordusu ve Bulgar komitacılarına karşı ilk silahlı direniş Filibe, Tatar Pazarcığı ve Hasköy üçgeninde  meydana gelir. Direnişçiler, teslim olma ve silah bırakma çağrılarına olumsuz yanıt verirler. Ortam gergindir. Gerginlik Hasköy’de iyice doruğa çıkar. Bölgenin Rus birliklerince işgali üzerine bu ile bağlı bulunan 21 Türk köyünün sakinleri silahlanarak dağlara çekilir. Boş kalan köyler komitacılarca yağma ve işgal edilir. Bu gelişme üzerine Çakınalı Hüseyin Ağa, emrindeki 500 silahlı Türk ile işgal güçlerine karşı silahlı direnişe geçer. Benzeri ayaklanmalar saldırı ve katliamların sürdüğü başka bölgelerde de ortaya çıkar. Aslında efsaneleşen Rodop direnişi, yani Hükümet-i Muvakkate, işte böyle kendiliğinden ortaya çıkan direnişlerin ortak adıdır.  
Avusturya ve İngiltere, Rodoplarda yaşanan Türk direnişinden dolayı memnundur. Çünkü aradıkları fırsat en sonunda ellerine geçmiştir. Avrupa başkentlerinin gözü kulağı artık Rodoplardadır. Avrupa birden, düne kadar varlığından bile haberi olmadığı bölgeyi ve insanları her ne hikmetse birden keşfedivermiştir.
İngiliz hükümeti, Rus ve Bulgar mezalimiyle ilgili olarak yüzlerce sayfadan oluşan raporu İngiliz Parlamentosuna sunar. Basın sayesinde bütün Avrupa, bölgede yaşanan insanlık dışı davranışlar ve trajedilerden artık haberdardır. En sonunda kamuoyu,  Rusya ve Bulgaristan aleyhine dönmüştür. İngiltere ve Avusturya, fırsattan istifade Rodoplarda yaşanan trajedi bahanesiyle, Rusya’yı yeni bir antlaşmayı imzalamaya zorlarlar. Rusya huzursuzdur. Fakat hemen pes etmez. Durumu lehine çevirmek, yaniİngiliz, Avusturya girişimini sonuçsuz bırakmak için harekete geçer.  Bu iki ülkenin müdahalesine temel teşkil eden Rodop sorununu ve direnişini ortadan kaldırmak amacıyla yeni bir girişimde bulunur. Fakat bu kez farklı bir yol izler. İhtilalcilerle doğrudan görüşmek yerine Babı Ali’yi devreye sokar. Sultan Abdülhamit’ten, ihtilalcilerin silahlarını bırakmaları ve teslim olmaları konusunda aracı ve yardımcı olmasını ister. Padişah, talebi yerine getirir. Fakat bu, boşuna çabadır. Çünkü ihtilalciler, padişah tarafından gönderilen heyetin Rusların talebiyle oluşturulduğunu bilmektedirler. Bu nedenle de heyet tarafından yapılan hiçbir teklifi kabul etmezler. Savaş kapıdadır. Rodoplardaki direnişçilerle Rus kuvvetleri arasındaki ilk silahlı çatışma, 14 Nisan 1878’de meydana gelir. Antlaşmanın imzalanmasından 40 gün sonra Çirmen’in üzerindeki Selbükün mevkiinde yaşanan bu çatışmada Rus birlikleri püskürtülür. Fakat kanlı ve çetin çatışmalar bitmek bir yana,  tüm bölgeye yayılır. Ancak Rodoplu ihtilalciler ile Rus orduları arasındaki en kanlı çarpışmalar, Sultan yeri kazasında, günümüzde Kırcaali ve çevresine karşılık gelen bir bölgede yaşanır. O kadar şiddetli çatışmalar yaşanır ki, Rus ordusu, ihtilalcilere karşı koyabilmek için buradaki kuvvetlerini takviye etme yoluna gider. Bunun için de Edirne ve Filibe’den yeni birlikleri ve dağ toplarını bölgeye gönderir. Fakat tüm bunlar boşuna çabadan başka bir şey değildir. Boşuna çabadan başka bir şey değildir, çünkü yapılan takviyelere, gerçekleştirilen tüm saldırılara rağmen ihtilal hareketi, küçülmek bir yana her geçen gün büyümektedir. O kadar ki, direnişin kapsadığı alan, Haziran 1878’in sonlarına doğru, güney ve güneydoğuda Gümülcine, Dimetoka ve Mustafa Paşa; kuzeyde Servi (Selvievo), Lofça (Loveç), Tırnova, Plevne; kuzeydoğuda Edirne ile Karadeniz arasına; batıda ise Paşmaklı (Smolyan), Samakov (?) ve Cuma-i Bala’ya (Blagoevgrad) kadar tüm Rodop dağları boyunca yayılmıştır. Kısaca Emine Burnundan batıya doğru Balkan dağlarının güneyi ihtilalcilerin hareket alanıdır. 
Bu kadar geniş bir alana yayılan ihtilal hareketinin Emine Burnu’ndan Şıpka Geçidi’ne kadar uzanan Doğu Balkanlardaki kumandanı Yusuf Çavuş’tur.Mestanlı (Momçilgrad) ve Kırcaali’de, kısaca tüm Rodoplarda; Gabrovo ve Köprülü de dahil olmak üzere Rus ve Bulgar komitacılara karşı savunmayı organize eden kişi Hacı İsmail’dir. Dimetoka’dan (?)  Nevrekop’a  (Gotse Delçev) kadar uzanan saha ise İngiliz asıllı Hidayet Paşa’nın kontrolü altındadır.
Rodop direnişi aslında bir halkın, kendisinden kat kat kuvvetli düşmana karşı verdiği bir var olma ve bağımsızlık mücadelesidir. Doğal olarak herkes bu mücadelenin bir parçası, bir neferidir.. O kadar ki,Rodoplu Müslümanlar yani Türkler, bu mücadelelerinde insan sorununu hiçbir zaman yaşamamışlardır. Savaşmak için yeterli sayıları, bazen de çok daha fazlası her zaman olmuştur. O kadar ki, daha ortada, direnişin adının bile olmadığı 1878 yılının Ocak ayında,  Süleyman Paşa ordusundan geriye kalan askerlerinin de katılmasıyla savaşçı sayısı, bölgeyi savunmaya yeter duruma ulaşmıştır. Daha sonraki aylarda bu sayı iyice artmıştır. Fakat hareketin asıl savaşçı gücünü çok daha küçük bir aktif grup oluşturmuştur. Bazı kaynaklara bölgede silâhaltında yaklaşık 35 bin insan vardır. Yine aynı kaynaklara göre malzeme eksikliği nedeniyle silâhaltına alınamayan bir o kadar da insan bulunmaktadır. Kısaca sorun sadece silah ve cephane eksikliği boyutunda yaşanmaktadır. Bu ise özellikle güçlü Rus ordusu ve Bulgar komitacılarla kanlı çarpışmaların yaşandığı dönemde büyük ve önemli bir sorundur.  Yapılması gereken acilen bu açığın kapatılması, ihtiyacın giderilmesidir. Hükümet-i Muvakkate yönetimi sorunun çözümü için Babı Ali’ye başvurur.  Sultan Abdülhamit’ten silah ve cephane yardımı talebinde bulunur. Fakat boşuna çaba… Çünkü Rusya’dan çekinen Padişah, Rodoplu direnişçilerin bu isteklerine karşılık hiçbir yardımda bulunmaz, bulunamaz.
Direnişçiler, çatışmaların sürdüğü bir ortamda sorunun çözümü için görüşme talebinde bulunurlar. Konuyla ilgili olarak Rus orduları komutanı Grandük Nikola’ya başvururlar. Kendisinden, Rodop sorununun temeli olarak gördükleri saldırı ve katliamları durdurmasını isterler. Talepleri dikkate alınmaz. Dahası geri gönderilen elçiler, yolda, Bulgar komitacılar tarafından katledilir. Fakat ihtilalciler sorunu çözme ve dahası konuyu uluslararası kamuoyuna taşıma konusunda kararlıdırlar. Bunun için 16 Mayıs 1878’de harekete geçerler. Hükümet-i Muvakkate imzalı bir bildiriyi 1856 Paris Antlaşmasının tarafı olan ülkelerin İstanbul’daki temsilciliklerine gönderirler. Bildiride “Ayastefanos Antlaşmasını şiddetle protesto ederiz. Müslümanların idare ettikleri yerlerle, Ruslar ve Bulgarlar tarafında idare olunan yerler arasındaki büyük farkı görmek üzere kimi isterseniz gönderiniz. Meriç’in güney-batı tarafındaki topraklardan, yeni Bulgaristan’a bir karış yer vermemenizi istirham ederiz. Çünkü idaremiz altında bulunan 4 milyon Müslüman, işitilmemiş cinayetlerle ismini kirletmiş olan ve her zaman düşmanımız bulunan bir hükümete boyun eğmektense yok olmayı tercih eder” denmektedir.
Yapılan bu son hamle ile Rusya’nın eli kolu bağlanır. Timsah gözyaşları döken İngiltere, Avusturya ve Almanya fırsattan istifade hemen harekete geçer. Rusya’yı, Rodoplardaki sorunu çözme bahanesiyle yeni bir anlaşma yapmaya zorlarlar. Baskılara daha fazla dayanamayan Rusya, onlarla sonunu kestiremediği bir savaşa girmek yerine istemeyerek de olsa barış yolunu seçer. Bismarck’ın “namuslu arabulucu” rolüyle yaptığı davete uyarak “Şark Meselesi”ni yeniden görüşmek üzere konferans toplanmasına razı olur. Almanya’nın Berlin kentinde toplanan konferans, 13 Temmuz 1878'de imzalanan bir anlaşmayla son bulur. Rusya ve Bulgar Prensliği hariç herkes sonuçtan memnundur.
             
Evet, sonuçtan herkes memnundur.  Çünkü İngiltere, Avusturya ve Almanya, bundan sonra, dünyada yaşanacak tüm kötülüklerin kaynağı olacak olan bu kongrede alınan kararlarla en sonunda Balkanlarda, Rusya’nın etkisini sınırlamışlardır. Dahası İngiltere, Rusya’yı uzaklaştırdığı Akdeniz’e, akılcı bir manevrayla, Osmanlı Devletinden aldığı Kıbrıs’la kendisi yerleşmiştir. Rodoplu Türkler yani Müslümanlara gelince. Onlar da arzuladıkları ve istedikleri Osmanlı devleti sınırları içinde kalma amacına ulaştıkları için mutlu ve huzurludurlar.
Rodoplarda yaşayan Müslümanların yani Türklerin şikâyetlerini görüşmek üzere toplanan Berlin Kongresinde bu konuda da bir karar alınır. Rodoplardaki Müslümanların şikâyet ve sorunlarını yerinde dinlemek üzere uluslararası bir komisyon kurulur. Fakat komisyonun sorunları tespit etmekten başka yapabileceği bir şey yoktur. Çünkü kongre, gerçekte Rodoplu Türkler yani Müslümanlar için değil dünyayı yeniden parsellemek, bölüşmek için toplanmıştır. Doğal olarak oluşturulan komisyonun sorunları tespit etmekten öte yapabileceği bir şey yoktur. Çünkü antlaşma yapılmış ve büyük ülkeler amaçlarına ulaşmışlardır. Hal böyle olunca da geride kalanların onlar için artık sadece istatistiklerde yer alan sayılardan başka bir anlamı yoktur.

Berlin Kongresiyle Büyük Bulgaristan üçe bölünür. Bulgar Prensliği, Balkan dağlarının kuzeyinde Osmanlı Devletine bağlı küçük ve özerk bir bölge haline getirilir. Balkan dağlarının güneyinde ve direnişin olduğu Rodoplarda ise başkenti Filibe olan Şarki Rumeli Vilayeti kurulur. Rodoplardaki Türkler yani Müslümanlar, en sonunda amaçlarına ulaşmışlar, mücadeleleriyle hem Osmanlıya büyük bir toprak parçası kazandırmışlar hem de onun bir parçası olarak kalmayı başarmışlardır. Fakat bölge insanı için bundan sonrası, çok daha zorluklarla dolu bir dönem olacaktır Özellikle de Şarki Rumeli Vilayeti’nin sınırları içinde kalan Kırcaali ve Ropcaz’da yaşayanlar için. Çünkü bundan böyle kendileriyle ve sorunlarıyla ilgilenen hiçbir ülke olmayacaktır. Olayın asıl üzücü yanı ise eli kolu bağlı durumdaki sarayın yani Sultan Abdülhamit’in de stratejik hesaplar nedeniyle bölgeye yardım etmeyecek, edemeyecek olmasıdır. Artık Rodoplardaki, daha doğru bir deyişle Şarki Rumeli Vilayeti sınırları içinde kalan insanlar, kendi kaderleriyle baş başadırlar. Fakat yaşanan tüm bu olumsuzluklara rağmen Kırcaali ve Ropcaz’daki insanlar da, daha önce Rodopların tamamında olduğu üzere,  yine tarih yazacaklar, yine tarihin akışını değiştireceklerdir. Gösterdikleri kahramanlık ve destansı mücadeleyle, 4 Mart 1878’de başlayan direnişi 8 yıl daha başarıyla devam ettireceklerdir.
Berlin Kongresinde alınan kararlara göre oluşturulan Şarki Rumeli Vilayeti, idari ve siyasi açıdan İstanbul’a bağlı bir vilayettir.  Bir başka deyişle Osmanlı toprağıdır. Fakat gerçekte egemen olan yine Bulgar komitacılar ile Bulgar polisi ve jandarmasıdır. Üstelik Bulgaristan ile olan sınır yolgeçen hanı kapısıdır. Yaşanan tam anlamıyla bir otorite boşluğudur. Türklerin durumunu zorlaştıran bu durum ayrılıkçı resmi ya da gayrı resmi Bulgarlar için tam bir cennettir. O kadar ki, bu fırsattan istifade Bulgar polisi, jandarması ile asker gibi örgütlenmiş Bulgar Jimnastik Cemiyetleri üyeleri, başta Kırcaali olmak üzere Rodoplara gönderilir. Görevleri,  Müslümanların yani Türklerin silahlarını teslim etmelerini sağlamaktır. Fakat sonuç hiç de bekledikleri gibi değildir. Yani yanıt olumsuzdur. Kısaca Bulgar jandarma, polis ve komitacılarına güvenmeyen bu insanlar silahlarını teslim etmezler. Dahası Osmanlı Devletinin parçası olana kadar bölgelerinde kendi idarelerini kurarlar. Mahkemelerini ve jandarma birliklerini oluştururlar.
Osmanlı Devleti, uluslararası konjonktür uygun olduğu halde, Berlin Antlaşmasının kendisine tanıdığı hakkı kullanmaz, kullanamaz. Yani Doğu Rumeli vilayetiyle Bulgaristan Prensliği sınırına, ayrılıkçı Bulgarların direnişi nedeniyle ve büyük güçlerin müdahale edebileceği asker yerleştiremez. Bunun sonuçları çok ağır olur. Bulgar Prensliği, 19 Mayıs 1885’te bir tek kurşun dahi sıkmadan Doğu Rumeli Vilayeti’ni sınırlarına dâhil eder. Kırcaali ve Ropcaz dahil, tüm Şarki Rumeli Vilayeti artık Bulgar toprağıdır.
Kırcaali ve Ropcaz’daki direnişçiler yani Müslümanlar, ilhakı protesto ederler. Bölge ileri gelenleri, verdikleri muhtıra ile Padişaha bağlı olarak kalacaklarını, kesinlikle bir başka yönetimin emri altında yaşayamayacaklarını net bir şekilde bildirirler. Ayrıca bu amaca ulaşmak için sonuna kadar savaşacaklarını da yine açıkça ifade ederler.Kırcaali ve Ropcazlı (?) Müslümanların yani  Türklerin bu talebi, yapılabilecek başka bir şey olmadığından, büyük güçlerce dikkate alınır. 5 Nisan 1886’da imzalanan İstanbul Konferansı Antlaşmasıyla talepleri kabul edilir. Şimdi isteklerine kavuşmuşlar, yeniden Osmanlı Devleti’nin bir parçası haline gelmişlerdir.
1886 Antlaşmasında Osmanlı Devletinin tek kazancı olmuştur. Hiç ilgilenmediği halde Rodoplardaki Türklerin yani Müslümanların, verdikleri mücadeleyle bir miktar toprak kazanmıştır. Deyim yerindeyse Padişaha ve İstanbul’a rağmen Rodoplarda bulunan Müslümanlar yani Türkler, tüm olumsuz koşullara rağmen verdikler onurlu mücadeleyle, 50 bine yakın Türk nüfuslu Kırcaali ile Pomakların yaşadığı köylerden oluşan Ropcaz kazalarının Osmanlı Devletinde kalmalarını sağlamışlardır.
Gerçekleşen umutlar ve biten bir hayal yani Hükümet-i Muvakkate. Tevfik Bıyıklıoğlu’na göre 8 yıl süreyle verilen mücadelenin başarısızlıkla sonuçlanmasının en büyük nedeni hareketin herkesi peşinden sürükleyecek bir liderinin olmayışıdır. Bir başka görüşe göre Padişahın direnişe destek vermemesi yenilginin asıl nedenidir.  Belki de bu sonucu doğuran tüm bunların hepsidir. Sonuçta nedeni ne olursa olsun yıkılan sadece hayallerdir. Umutlarsa hep vardır ve var olacaktır. Bu kez umut yine aynı bölgede 31 Ağustos 1913’te çok daha güçlü bir şekilde, Garbi Trakya Hükümeti Müstakilesi yani Batı Trakya Bağımsız Hükümeti olarak ortaya çıkacaktır.


BALKANLAR VE GÖÇ

Metin Edirneli
Prodüktör, TRT

Göç, özellikle de zorunlu göç yani tehcir, insanoğlunun varoluşundan beri yaşadığı; yaşamında, ruhunda derin izler bırakan trajedilerin başında gelmektedir. 1989’da Bulgaristan’dan Anadolu’ya yönelik yaşanan Türk göçü yani tehciri de bunlardan biridir. Fakat bu, bölgeden Türkiye’ye yaşanan ilk göç, yani ilk trajedi değildir. Balkanlardan Türkiye’ye yönelik göçlerin ve acıların tarihi 17. yüzyıla kadar gitmektedir. Asıl yoğun muhaceret ise 18. yüzyılın başından itibaren yaşanmıştır. O kadar ki, 1927 yılına gelindiğinde, 11 milyona ulaşan Türkiye Cumhuriyeti nüfusunun yaklaşık 7 milyonunu göç sonucunda Anadolu’ya gelen Türklerin oluşturduğu saptanmıştır. Osmanlı demografisi çalışmalarıyla tanınan Amerikalı tarihçi Justin McCarthy’ye göre sadece. 1821 ile 1922 yılları arasında 5 milyondan fazla Müslüman ülkelerinden sürülüp atılmıştır.  Yine Osmanlı nüfusu konusundaki çalışmalarıyla tanınan araştırmacı Kemal Karpat ise, günümüze kadarki süreci ele alan demografik çalışmasında, göç ettirilen Türklerin ve Müslümanların sayısı ile ilgili olarak 9 milyon rakamını vermektedir. Bunun 7 milyonunu, Girit ve Ege Adalarını da içine alan Balkanlardan gelenlerin, 2 milyonunu ise Kırım, Kafkasya ve Arabistan Yarımadasından göç edenlerin oluşturduğunu belirtmektedir. Bu nedenle göçler Türk toplumun benliğinde çok derin izler bırakmıştır. O kadar ki, göç olgusu muhacirlik zamanı ya da muhacirlikte kavramlarıyla dilimize, kültürümüze kısaca genlerimimze yerleşmiştir
Balkanlardan, Kırımdan, Kafkaslardan, Arabistan yarımadasından Anadoluya yönelik yaşanan göçlerin nedenleriyle ilgili olarak değişik görüşler bulunmaktadır. McCarthy konuyla ilgili olarak emperyalist güçleri ve onların politikalarını sorumlu tutmaktadır. Yazara göre, emperyalizmin tarih anlayışında Türklere biçilen rol barbarlıktır, çağdışılılıktır. Hal böyle olunca da Türklere yönelik her eylem meşru olmaktadır.
Tarih bize, büyük amaçların peşinde koşanların, aslında aynı zamanda, daha büyük güçlerin çıkarlarına hizmet eden bire araç olduğunu pek çok kez göstermiştir. Osmanlının İmparatorluğu’nun parçalanması sürecinde yaşanan da bundan başka bir şey değildir. Kompartıman milliyetçiliğinin peşine takılan toplulukları, ayrılıkçı hareketleri, günümüz PKK örneğinde de olduğu üzre, bizzat kendileri de birer araç, kurbandı. Çünkü asıl hizmet ettikleri kendilerinden çok emperyalizmin çıkarlarıydı. Uygar batı(!) yani emperyalizm açısından ise olay yarı barbarlarla barbarların çatışması sonucu dünyanın kötülerden arınması ve kolayca yutulabilecek, hazmedilecek lokmalar haline getirilmesiydi. Kısaca olay, günümüzde Orta Asya’da, Orta Doğu’da, Orta Avrupa’da yaşanan örneklerde de görüldüğü üzere emperyalizmin tüm dünyaya hükmetme, onu kontrol altına alma isteğidir. Aslında olayın sırrı jeopolitiğin kurucusu sayılan Sir Halford John Mackinder’in “Doğu Avrupa’ya egemen olan Merkez Bölgeyi denetler. Merkez Bölgeye egemen olan Dünya Adasını denetler. Dünya Adasına egemen olan dünyayı denetler”  sözünde yatmaktadır.  Sir Halford John Mackinder’in ‘merkez bölge’ kavramından kastettiği Doğu Sibirya ile Volga havzası arasında uzanan ve Orta Asya’yı da içeren geniş ovalıktır. Asya-Avrupa ve Afrika kıtaları ise Dünya Adasını oluşturmaktadır.


Emperyalizmin, günümüzde, Orta Avrupa, Afrika, Ortadoğu ve Asya’da uygulamaya koyduğu ve 11 Eylül sendromuna dayandırdığı politikalarının temeli aslında, 1815 yılında Viyana Kongresi’nde alınan “Şark Meselesi”ne dayanmaktadır.  Bununla hedeflenen, doğudaki büyük devletlerin bölünüp parçalanarak, emperyalizmin kolay hazmedebileceği küçük lokmalar haline getirilmesidir.  Şark Meselesiyle sorun artık, Osmanlının ve Türklerin bölgedeki varlığını koruyup koruyamayacağından çıkmış, imparatorluktan en büyük parçayı hangi emperyalist gücün koparacağına, hangisinin bölgede daha etkin olacağına gelmiştir. İşte Balkanlarda, Kafkasya’da, Arabistan yarımadasında yüzbinlerce Türkün ve Müslümanın doğdukları topraklarda katledilmesinin ve milyonlarcasının Anadolu’ya göç ettirilmesinin temelinde bu niyetler, amaçlar, politikalar yatmaktadır.
Tüm bugelişmeler sonucu Balkanlardan Anadolu’ya yönelik ilk göç, ilk sürme olayı, 1683’teki başarısız İkinci Viyana kuşatmasından sonra meydana gelmiştir. Karşı hücuma geçen Avusturya güçlerinin saldırıları, Osmanlı egemenliğinin sona erdirilmesinden çok, Türklerin ve Müslümanların bölgeden tehcir edilmesine, yani göç ettirilmesine dönüşür. Saldırılarda sivil asker ayrımı yapılmaksızın tüm şehir bombalanır.  
Avusturya-Macaristan öncülüğündeki birleşik güçlerin yani bir başka deyişle Haçlı Ordularının karşı saldırıları sonucu Osmanlı’nın elinde bulunan tüm kentler, başta Dalmaçya bölgesindekiler olmak üzere, tek tek düşmeye başlar. Buranın Türk ve Müslüman ahalisi Osmanlı devletinin iç kesimlerine doğru kaçar. Kaçmayıp ya da kaçamayıp kalanlar ise ya esir edilip götürülür ya da din değiştirerek yani Hıristiyan olarak varlığını sürdürmek zorundabırakılır. Fakat Viyana bozgunundan sonra ortaya çıkan karşı saldırılarda ilk büyük kitlesel göç Üsküp’te yaşanır. Şehir, sivil ve askeri hedef ayrımı yapılmaksızın gerçekleştirilen bombalama sonucu çıkan yangınlar nedeniyle yaşanmaz hale gelir. 1689’da meydana gelen bu gelişme üzerine şehir boşalır. Yaklaşık 40 bin olan nüfusu 10 binlere düşer. Çok sayıda insan doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalır. Büyük çoğunluğu soluğu Anadolu'da alır. 
Göçler, savaşların ve saldırıların sürdüğü 18. yüzyıl boyunca da devam eder. Fakat Balkanlardan Anadolu’ya yönelik en büyük ilk kitlesel göç, 19. yüzyılda meydana gelir. Yani 1804’te başlayan ve aralıklarla yaklaşık 10 yıl süren ayrılıkçı Sırpların başlattığı ayaklanma döneminde yaşananlar sırasında. Reformlara karşı direnen feodal beyler olan “dayı”lara ve yeniçerilere karşı başlayan ve bundan dolayı Sultan 3. Selim tarafından desteklenen ayaklanma zamanla, Osmanlının oradaki siyasi varlığına yönelir. Bundan sonra isyancıların hedefi artık, bağımsız Sırbistan’ı gerçekleştirmektir. Fakat nüfusun önemli bir kısmını Türk ve Müslümanların oluşturduğu, bazı yerlerde çoğunlukta olduğu bir coğrafyada bağımsız bir devlet kurma olanağı yoktur. Bu amaçla saldırırların asıl hedefi, birlikte yaşamayı olanaksız kılmak ve bağımsız bir devletin demografik altyapısını oluşturmak için Müslümanlar ve Türkler olur. Ayaklanmalar sırasında meydana gelen saldırılar sonucu çok sayıda Türk ve Müslüman, doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalır. Yapılan araştırmalar, sadece 1806–1812 yılları arasında 200 bin civarında insanın göç ettiğini ortaya koymaktadır. Aslında bu yolla yapılmak istenen, araştırmacı-tarihçi Bilal Şimşir’in de belirttiği üzere bir “nüfus ihtilali” yoluyla azınlığı çoğunluk haline getirmektir. 
Sırbistan’da ayaklanmanın ve göçlerin sürdüğü bir dönemde Osmanlı Devleti, kuzeyde çok daha büyük bir sorunla karşı karşıyadır. Rusya, ya fırsattan yararlanarak toprak elde etmek ya da devam eden Sırp isyanı başarıya ulaştırmak, ve yahutta her ikisini birden elde etmek amacıyla Osmanlı Devleti’ne saldırır. Olan yinesivillere olur. Devam eden Osmanlı Rus savaşlarında, özellikle sadece 1806 ve 1912 savaşlarında Dobruca ve Deliorman’dan, bazı iddialara göre, yaklaşık 400 bin kadar Türk, göç etmek zorunda kaldır. Fakat bu göçler, isyancıların ve işgal ordularının niyetleri, amaçları başka da olsa,  daha çok savaşla sınırlı göçlerdir. Yani şavaşların ve isyanların bitiminden sonra göç edenlerin geriye dönme olanağı bulduğu göçlerdir. Fakat taş yerinden oynamıştır artık ve bundan sonra insanları doğdukları topraklardan sürüp atmak daha da kolaydır.
Bundan sonraki göç, Mora yarımadasından yaşanır. Fakat bu, 2-3 bin insanla sınırlı bir göçtür. Çünkü 1821 Yunan isyanında bölgede yaşayan yaklaşık 30 bin Türkten sağ kurtulabilenlerin sayısı ancak bu kadardır. 
Balkanlardan Anadolu’ya yönelik en büyük göç, tehcir tartışmasız, 1877–78 yılında, Hicri takvime göre 1293’te meydana gelmesinden dolayı 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı Rus savaşında yaşanmıştır.  Osmanlı demografi uzmanı Amerikalı tarihçi Justin McCarthy’ye göre göç edenlerin sayısı 1 milyon 253’dir. 19 Mayıs Üniversitesi öğetim üyelerinden araştırmacı Nedim İpek’e göre ise bu  sayı 1 milyon 243 bindir.  Göçün nedeni,  Bulgar Bulgar Milli İdare Teşkilatı’nın başında bulunan Prens Çerkasky’in, Harbiye Nazırı Mılyutin’e yazdığı mektubunda, “bu savaş açıkça bir ‘ırk imha’ savaşı olacaktır” sözünde de ifade ettiği üzere,  Türklerin ve Müslümanların soykırıma uğratılmasıdır. Amerikalı tarihçi Justin Mc Carthy’ye göre can kaybı ve kitlesel olarak çekilen çile bakımından bu savaş esnasında meydana gelen göçler, tarih boyunca görülenler arasında en dehşet verici olanlardan biridir. Çarlık ordusunun ve komitacıların giriştiği kıyım eylemleri bu kaçışın temel nedenidir. Saldırı ve katliama maruz kalan Türklerin düşündüğü tek şey kaçmak, kaçmak, kaçabilmektir.
Türkler, ilerleyen Rus ordularının önü sıra can havliyle, bir an önce güvenli bölgelere ulaşmak için çabalamaktadır. Bu insanların yöneldiği yerler kuzeyde Tuna Ordularının ve Türklerin yoğun olarak bulunduğu Şumnu-Varna, güneyde Rodoplar, Selanik, Dedeağaç, batıda Üsküp ve doğuda da başkent İstanbul’dur. Fakat büyük büyük çoğunun hedefi doğrudan ya da aktarılarak ta olsa, bu tür acıları bir daha yaşamayacağına inandığı İstanbul ve Anadolu’dur. Gelen göçmenler, başta Bursa olmak üzere ülkenin dört bir yerleştirilmiştir.
Bu arada Rus işgali nedeniyle Anadolunun doğusundan da içlerine doğru yoğun bir göç yaşanmaktadır. Özellikle Sohum, Batum, Kars ve Doğu Beyazıt’ın işgali sonucu çok sayıda insan Anadolu içlerine doğru göç etmek zorunda kalmıştır. Bu göçlerin nedeni de aynı Balkan yarımadasındakinden farklı değildir. Nasıl ki, Balkanlarda Bulgarlara, Yunanlılara yurt açmak için Türkler tehcir edilmiştir, aynı olay doğuda da Ermenilere yurt sağlamak için yapılmıştır. Kısaca bir tarafta savaş ve göçler diğer tarafta ise eli kolu bağlı bir devlet. Ama bir o kadar da düşmana inat yaşama azmi, umut ve mücadele.
Rus ordusu Yeşilköy’e gelmiş, İstanbul’un kapılarına dayanmış ve savaş bitmiştir. Osmanlı ile Rusya arasında yapılan anlaşmadan batılı güçlerin hiçbir memnun değildir. Çünkü Bulgaristan çok büyümüş, Rusya bölgede tek başına hâkim olmuştur. Bismarck’ın öncülüğünde Berlin kongresi toplanır. Fakat bu, çözümün değil çözümsüzlüğün kongresidir.  Balkanlar yeniden şekillendirilir fakat her şey dünden daha kötüdür.
Berlin Kongresi’nde göçmenlerle ilgilihükümler de bulunmaktadır. Fakat kongrede alınan tüm kararlara rağmen,  göçler durmaz. Dünün komitacılarının bugünün resmi görevlileri olduğu bir ortamda,  insanlar göç etmeyip te ne yapsın ki?
Berlin Kongresi kararları sonrasında en büyük göç, Bosna Hersek’ten yaşanır. Bugün de hala bir Müslüman ülkeyle sınır komşusu olmaktan rahatsız olan Avusturya’nın kongre kararları uyarınca bu ülkeyi işgale başlamasıyla önce direniş sonra göçler yaşanır.
Bütün işgal güçlerinin, ele geçirdikleri ülkelerde yaptıklarını Avusturya da yapar.  Bölgedeki varlığını garanti altına alabilmek için Boşnaklar üzerine yoğun bir baskı uygular. Ekonomik ve siyasi güçlerini ellerinden alır. Katolikleri yerleştirerek nüfus dengesinin değiştirmeye ve Boşnakları zorla asimilasyona çalışır. Boşnaklar açaısından en katlanılmaz olanı ise zorla askere alınmaktır. Çünkü bunun sonunda düne kadar bir parçası olduğu ve varlığı için savaştığı Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmak vardır.
Yapılan bu uygulamalar sonucunda 1882–1900 yılları arasında 120 bin Boşnak, anavatan olarak gördükleri Osmanlı’ya göç eder. Bu rakamın 1900’de meydana gelen göçlerle birlikte 150 bine ulaştığı tahmin edilmektedir.
Bosna Hersek te elden çıkınca Osmanlının elinde Balkanlarda sadece Başkenti Filibe olan Şarki Rumeli Vilayeti, Makedonya ve Girit kalmıştır. Daha sonra sıra Doğu Anadolu’nun Türklerden alınıp Ermenilere verilmesine gelecektir. Fakat Balkanlarda yaşananlardan ders çıkaran İttihat Terakki, bu oyunun doğuda oynanmasına fırsat vermeyecektir.
Neyse, biz tekrar Balkanlara dönelim. Bu coğrafyada elde kalan son toprak parçalarının Osmanlıdan koparılması ve buralardaki Türklerle Müslümanların sürülmesi için çok fazla beklenilmeyecektir.
İlk kıvılcım 1885’te başkenti Filibe olan Doğu Rumeli vilayetinden gelir. Bulgaristan Prensliği, tek bir kurşun bile sıkmadan Doğu Rumeli Vilayetini ilhak eder. Kıvılcım Makedonya’da ateş topuna dönüşür ve Osmanlı Devletinin kucağına düşer. İmparatorluğun Makedonya sorunu ile boğuştuğu, daha doğrusu sonucun kendisine bildirilmesini beklediği bir dönemde, Girit’ten yükselen ayrılık sesleri daha da güçlü gelmeye başlamıştır.
Adada, 1889’da gerçekleştirilen ayaklanmanın hedefi, geçmişteki tüm ayaklanmalarda da olduğu gibi, yine Türklerdir. Silahlanan Rumlar her yerde Türklere saldırır. Tıpkı Mora’daki Yunan ayaklanmasında olduğu gibi.  Türkler öldürülüp, malları gasp edilir. 6 Şubat 1897’de son hamle yapılır. Bağımsızlık yanlısı Rumlar, adanın Yunanistan’la birleştiğini açıklarlar ve kraldan bunu kabul etmesini isterler. Osmanlı Devleti bu talebi kabul etmez. Büyük devletlerin araya girmesiyle yapılan görüşmeler sonucu Bab-ı Ali adanın özerkliğini kabul etmek zorunda kalır. Girit’te de, büyük güçlerin devreye girdiği, arabuluculuk yaptığı tüm görüşmelerde olduğu üzre, ne hikmetse kaybeden hep Türkler olmuştur! Kazanansa Rumlar.  Neden acaba?
18 Aralık 1897’de özerk bir eyalet haline gelen Girit’in başına, Yunan Prensi Yorgi vali olarak atanır. Yani kuzu, kurda teslim edilir. Artık Türklerin can ve mal güvenliğinden bahsetmek boşuna bir çabadır. Her tarafta saldırılar, yağmave gasplar sürer.  Tüm bu yaşananlar sonucunda, sadece 1878–1898 yılları arasında Girit adasından yaklaşık 175 bin kişinin can güvenliği nedeniyle Osmanlı topraklarına göç ettiğini tahmin edilmektedir. Ya öldürülenlerin sayısı…
Artık Girit fiilen elden gitmiştir. Sıra Osmanlıya ve Türklere Makedonya’da son darbeyi vurmaya gelmiştir. Bu ülke resmen Osmanlıya bağlı olmakla birlikte fiilen yabancıların kontrolündedir. Büyük güçlerin tertiplediği oyun sonucu olay bir Kiliseler savaşına dönüşür. Herkes kendi desteklediği grubun kazanması için elinden geleni yapmaktadır. Bu arada onbinlerce insan ölmüş, yüzbinlercesi göç etmiş kimin umurunda?
Bu oyunda, aslında kaybedenler tarafında olan, Rum, Bulgar ve Sırp komitacılar karşılıklı katliam ve vahşet konusunda birbirleriyle yarışırlar. Hepsinin anlaştığı tek nokta ise Türk düşmanlığıdır. İkinci Meşrutiyetin ilanı ve İttihat Terakki’nin Makedonya’da savaşa son vermek için çıkarttığı Kiliseler Kanunuyla Balkan ülkeleri arasındaki anlaşmazlık sona erer. Ardından reformlar gelir. Fakat hem reform isteyen emperyalist güçler hem de Balkan ülkeleri gelişmelerden rahatsızdır. Çünkü reformlar zaten kendi toprağı olan Makedonya’da Osmanlı Devleti’nin varlığını sürdürmesine yol açabilecektir. Bu ise Makedonya’yı 20 yıl boyunca kendi topraklarına katmak isteyen Balkan ülkeleri için kabul edilemez bir durumdur. Onca yılın boşa gitmiş olması demektir. Emperyalist güçler açısından da Adriyatik’e çıkışı olan, Avrupa içlerine kadar uzanan bir Müslüman devlet demektir. Ortak düşman karşısında aralarındaki anlaşmazlıklara son veren Balkan ülkeleri, Osmanlıya savaş ilan ederler. Savaşı Osmanlı Devleti’nin kazanacağını düşünen emperyalist güçler, savaşın sonucu ne olursa olsun statükonun değişmeyeceğini garanti ederler. Fakat savaşın sonucu hiç te büyük güçlerin tahmin ettiği gibi olmaz. Savaş çok kısa bir sürede koskoca Osmanlı Devleti’nin yenilgisi ile son bulur. Hal böyle olunca da emperyalist güçler, statükonun değişmesine izin vermeyecekleri yönündeki sözlerini unuturlar.
Türkler ve Müslümanlar açısından Balkan Savaşı, acı, gözyaşı, katliam, ölüm ve göç demektir. Fakat Anadolu’ya ulaşmak o kadar da kolay değildir. Yaşananlar 93 Harbinin benzeridir. Değişen sadece taraflardır. Artık sahnede Ruslar yoktur. Bu ülkenin yeri Balkan devletleri ve komitacılar almıştır. Üstelik her bir, diğerinden daha fazla ilerleyebilmek, daha fazla toprak kazanabilmek için çok daha acımasız davranmaktadır. Hem Türkler ve Müslümanlar, hem de gözleri önünde yüzbinlerce insanı öldürülen, çok daha fazlası da göç ettirilen devlet, yani yöneticiler bitkin ve çaresizdir. Bir Hıristiyanın burnu kanayınca ortalığı ayağa kaldıran, Bab-ı Ali’den hesap soran, katilleri bağımsızlık savaşçısı diye hapisten çıkartıran batı, söz konusu Türkler ve Müslümanlar olunca, en son Bosna Savaşında da olduğu üzere sessizdir.
Tüm bu ve benzeri yaşanan olaylar sonucu sayıları yüzbinlerle ifade edilen Türkler ve Müslümanlar göç etmek zorunda kalır. Osmanlı demografi uzmanı araştırmacı Tevfik Bıyıklıoğlu’na göre, Balkan Harbi’nden Birinci Dünya Savaşına kadar olan dönemde sadece Batı Trakya ve Yunanistan’dan gelen Türk nüfusu 440.000’dir. İttihat ve Terakki’nin önde gelenlerinden Cemal Paşa, anılarında bu sayıyı 500 bin olarak vermektedir. Fakat bu sayılar, sadece yardım alan ve kaydı tutulan insanları kapsamaktadır. Antoniades’e göre verilen bu sayılar içinde kayda geçmemiş 500 bin kişi daha bulunmaktadır. Rakamlar arasındaki farklılık öldürülen yüzbinlerce suçsuz sivil konusunda da ortaya çıkar. Balkan Savaşları esnasında işgal orduları ve komitacılar tarafından öldürülen Türk ve Müslümanların sayısının 200 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir.  raştırmacı Bilal Şimşir’e göre de rakam 200.000’den aşağı değildir. Bazı yabancı kaynaklar ise bunu 240 bin olarak vermektedir.
Göçler Balkan Savaşı’ndan sonra da devam eder. İlk göçler,  bağımsızlığını kazanmış bulunan Bulgaristan’dan yaşanır. Yönetime gelen eski komitacıların uygulamaları sonucu, çok kısa bir sürede 200 bin kadar kişi bu ülkeden göç eder. Bu gelişmeler üzerine iki ülke temsilcileri azınlık sorununa bir çözüm bulmak için bir araya gelirler. Yapılan görüşmeler sonucu sınırın her iki tarafındaki 15 kilometrelik bölgede bulunan Türk ve Bulgarların değişimine karar verilir. Sonuçta, Bulgaristan’da bulunan 48 bin.750 Türk ile Türkiye’de bulunan 46 bin 764 Bulgar mübadele edilir.     
Balkan Savaşları sonrasında göçün yaşandığı bir başka ülke de Arnavutluk’tur. Fakat 1913–1918 yıllarında yaşanan bu göçlerin Tiran yönetimiyle bir ilgisi bulunmamaktadır. Göçün nedeni, özellikle ülkenin kuzeyini, yani İşkodra’yı işgal etmiş bulunan Karadağ güçlerinin uygulamalarıdır.   
Balkan Savaşları sonrasında bölgeden Anadolu’ya yönelik en büyük göç 1919–23 yılları arasında Sırp Hırvat Sloven Krallığı’ndan yaşanır. Aslında bu ülkeden göçler Birinci Dünya Savaşı boyunca da sürmüştür. Fakat kilesel bir nitelik kazanması bu ülkenin, 25 Şubat 1919’da başlattığı kolonizasyon ve tarım reformuna politikalarıyla olmuştur. Çünkü bununla yürütülen gerçekte tasfiye politikasından başka bir şey dağildir.
Karadağ, Sancak, Makedonya ve Kosova’nın dahil edildiği Güney Sırbistan’da uygulanan tarım reformunun iki önemli sonucu olur. Osmanlı yönetiminin devamı görülen Türkler ve Müslümanlar ellerindeki toprakları kaybederler. Geçmişin rövanşını alan Sırplar ise egemenliği ele geçirmiş yeni toprak zenginleri olarak tarih sahnesine çıkarlar. Fakat Türkler ve Müslümanlar herşeye rağmen hala önemli bir güçtürler. Dolayısıyla tam anlamıyla sindirilmeleri gerekmektedir. Yöntem basittir. Önce ellerindeki silahlar toplanarak savunmasız ve güvensiz bırakılırlar. Ardından uygulamaya konan iskân politikaları ile askere almadaki yeni uygulamalarla dünyaları parçalanır, kimlikleri alt üst edilir, homojenlikleri bozulur. Herkes diken üstündedir.
Sırp, Hırvat Sloven Krallığı’nda uygulamaya konan tarım ve kolonizasyon politikaları istenilen sonucu vermemiş dahası ülke, 1920’lerin başında büyük bir ekonomik krizle karşı karşıya kalmıştır. Çünkü toprakların reformla, jandarma, vali gibi buraları işleyemeyen kesimlerin eline geçmesi sonucunda üretimde önemli oranda azalmalar olmuştur. İşsizlik ve ekonomik bunalım had safhadadır. Bu durum, siyasi partilerin seçim programlarına da yansır. Yabancıları sınır dışı etmeyi amaçlayan ırkçı bir söylem öne çıkar. Aslında asıl amaç yaşanan ekonomik sıkıntı içinde Sırp, Hırvat, Sloven işçi ve işadamlarına istihdam ve daha iyi pazar koşulları yaratmaktır. Aynı yıl bu niyet, söylem olmaktan çıkar ve eyleme dönüşür. Hükümet bir genelgeyle sınır dışı edileceklerin listelerinin hangi kurallara göre düzenleneceğini yerel yönetimlere bildirir. Listeye dahil olanlar bazı istisnalar hariç, üç gün içinde sınır dışı edilirler. Tüm bu gelişmeler sonucu 1919 ile 1920 yılları arasında yaklaşık 75 bin kişinin Anadolu'ya göç ettiği tahmin edilmektedir.
Sırp Hırvat Sloven Krallığından; özellikle de Sancak bölgesinden, Anadolu’ya yönelik diğer bir yoğun göç te 1923’te yapılan yerel seçimden sonra meydana gelir. Müslümanlar Sancak’taki seçimlere ayrı bir parti ile katılmışlardır ve Sırpları temsil eden Radikal Parti’den daha fazla oy almışlardır.     Bu, Radikal Parti’yi destekleyen Sırplar için kabul edilebilir bir sonuç değildir. Müslümanlar, seçimden birinci güç olarak çıkmanın bedeli öder. Partileri Cemiyet kapatılır. Yapılanlar bu kadarla da sınırlı kalmaz. Cemiyet Partisine en fazla oy veren Müslümanların yaşadığı Pavino, Polje ve Şahoviçi seçim bölgelerine baskınlar düzenlenir. Erkeklerin büyük kısmı, Karadağlı çetelerin, emekli subay ve jandarmaların başı çektiği silahlı 2000 kişiden oluşan grup tarafından öldürülür. Geri kalanlar da çıkarılan yangın sonucu evlerinden çıkma fırsatı bulamadan ölürler. Bu olaydan sonra bu iki bölgeden ve civardaki köylerden Bosna’ya ve Türkiye’ye yoğun göçler yaşanır. Bu ve benzer nedenlerle bölgeden,  iki dünya savaşı arası dönemde Türkiye’ye gelenlerin sayısının 240 bin olduğu tahmin edilmektedir. Yugoslavya Dış İşleri Bakanlığı kaynaklarına göre ise sadece 1919 ile 1940 yılları arasında göç edenlerin sayısı 255 bin 878’dir.
Balkan Savaşlarında ve sonrasındabölgeden gelen insanların sayısıyla ilgili olarak değişik rakamlar verilmektedir. Araştırmacı Tevfik Bıyıklıoğlu’na göre Balkan Harbi’nden Birinci Dünya Savaşına kadar olan ve yaklaşık 3 yılı kapsayan dönemde, sadece Batı Trakya ve Yunanistan’dan gelen Türk nüfusu 440.000’dir. Amerikalı tarihçi Justin McCarthy ise Osmanlı istatistiklerinden yararlanan Antoniades ve Toynbee’den naklen, gelen insanların sayısını 413 bin 922 olarak vermektedir. Ancak Antoniades, Türk göçleriyle ilgili olarak bir konuya dikkati çekmektedir. Yazara göre, verilen bu sayılar içinde, kayda geçmemiş 500 bin kişi daha bulunmaktadır.
Cumhuriyet’in ilanından sonra her alanda olduğu gibi, ülkenin dış Türklere yönelik politikasında da önemli değişiklikler meydana gelir.  Çünkü Kurtuluş Savaşı kazanılmış, düşman denize dökülmüş, Cumhuriyet kurulmuştur. Fakat Anadolu bitkin, Anadolu yorgun ve Anadolu perişandır. Dahası, ileri sürülen bir düşünceye göre, dış müdahale tehdidinin ortadan kalkması için nüfusun en azından 25 milyon olması gerekmektedir. Kısaca yapılması gereken çok iş vardır. Ancak bunun için ne yeterli sermaye ne de yeterli insan gücü bulunmaktadır. Oysa Genç Türkiye’nin hemen yanıbaşında; Bulgaristan’da, Romanya’da, Sırp Hırvat Sloven Krallığında, hala yüzbinlerce Türk yaşamaktadır. Yapılması gereken bir an önce onları buraya getirmektir. Ama nasıl?
Aslında Cumhuriyet Türkiye’sinin, kaybedilen topraklarda kalan Türklere yönelik politikasının ilk işareti, daha Lozan Antlaşması imzalanmandan önce Kurtuluş Savaşı esnasında bizzat Mustafa Kemal tarafından verilmiştir. Büyük önder, işgal altındaki İstanbul’dan gelen gazetecilerle yaptığı “İzmit Kasrı Görüşmesi” sırasında konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir: “Memleketin nüfusu üzülecek bir derecededir. Zannederim ki, bütün Anadolu’nun halkı sekiz milyonu geçmez. Şimdi biz, bunu telafi etmek istiyoruz. Telafi etmek için ise şüphe yok herkesçe malum olduğu üzere sıhhi ve sosyal tedbirleri almak lazım gelir... Fakat aynı zamanda milli sınırlar dışında kalan aynı kültürden olan unsurları da getirmek ve onları da refah içinde yaşatarak nüfusumuzu artırmak lazımdır ki, buna da girişilecektir. Eğer Rusya’dan getirmek mümkün olursa oradan da getireceğiz. Fakat bence, Makedonya’dan ve Garbi Trakya’dan Türkleri toptan buraya nakletmek lazımdır ve bir daha Avrupa seferi yaparak oralara gitmeyi düşünmemeliyiz.” 
            Bu yaklaşımın ilk yansıması Lozan Barış Anlaşmasında görülür. 30 Ocak 1923’te imzalanan Mübadele Sözleşmesi ile Türkiye ve Yunanistan arasında nüfus değişimine kara verilir. Batı Trakya ile İstanbul’un kapsam dışı bırakıldığı bu anlaşma kapsamında giden Rumların toplam sayısı, 1926 Yunan nüfus sayımı sonuçlarına göre, 1 milyon 104 bin 216 kişidir. Fakat anlaşmanın imzalanmasından sonra gidenlerin sayısı sadece ve sadece 186 bin 189 kişidir. Geriye kalanı ise daha önce göç edenler ve kaçanlar oluşturmaktadır. Çünkü imzalanan sözleşmeye göre mübadele, başlangıç tarihi olan 18 Ekim 1912 ile 30 Ocak 1923 tarihleri arasında meydana gelen tüm göçleri ve nüfus hareketlerini kapsayan bir anlaşmadır. Hal böyle olunca da anlaşmanın imzalanmasından önce gitmiş bulunan yaklaşık 950 bin Rum da mübadil olarak kabul edilmektedir. Bu arada üzerinde ayrıca durulması gereken bir konu da mübadelede giden Rumların sayının içinde sadece 1919–20 yılları arasında Anadolu’ya gelen, yaklaşık 350 bin Rumun da olup olmadığıdır? Mübadele konusunda yanlış, daha doğrusu eksik bilinen bir konu da göç etmek zorunda kalan Türklerin sayısıdır.  Lozan Barış Anlaşmasının imzalanmasından sonra gelen Müslümanların sayısının 480 bin civarında olduğu tahmin edimektedir. Fakat bu sayıya, mübadelenin başlangıç tarihi olan 18 Ekim 1912’den Büyük Taarruz’un başladığı 30 Ağustos 1922 tarihine kadar gelen Müslümanların sayısı tam olarak belirlenemediğinden dahil edilmemiştir. Dahası bu dönem mübadele yeterince araştırılmamıştır.
29 Ekim 1923 Cumhuriyet ilan edilir. Artık öncelikli hedef Anadolu’yu bayındır bir hale getirmektir. Fakat bunu gerçekleştirmek zordur. Çünkü ülkede bunu hayata geçirmek için ne yeterli sermaye ne de yeterli işgücü vardır. Peki yapılması gereken nedir?
Ankara’nın, bu amacını gerçekleştirmek üzere yaptığı ilk iş Balkan ülkeleriyle anlaşmaları imzalamak olur. İkili dostluk anlaşmalarıyla hem göçler bir kurala bağlanır hem de kalan Türklerin sosyal, ekonomik ve kültürel hakları güvence altına alınır. Ayrıca bu anlaşmayla, bölgedeki Türk ve Müslümanlarla onların haklarının koruyucusunun, savunucusunun artık genç Türkiye Cumhuriyet’nin olduğu belgelenmiş olur.
Bu soruna çözüm bulmak amacıyla anlaşmaya varılan ülkelerden biri Bulgaristan’dır. Bu ülkeyle 18 Ekim 1925’te Ankara’da “Türk-Bulgar ikamet sözleşmesi” imzalanır ve göçler bir kurala bağlanır. Fakat Türklerin anlaşmalardan doğan haklarını kullanmaya başlaması ve ortaya örgütlü bir yapının çıkması Sofya’yı tedirgin eder. Türkler beşinci kol olarak görülür. Avrupa’da yükselen faşizm olgusuna paralel olarak Bulgaristan’da da devletin bazı kesimlerince desteklenen Trakya ve Narodna Zaştita (Vatan Savunucuları) adlı faşist gruplar ortaya çıkar. Bunların öncelikli hedefi Türklerin organize olduğu Kemalist düşünceleri savunan Turan Cemiyeti ile bu cemiyetin ileri gelenleri olur. Türkiye’den gönderilen 150’liklerden bazılarının da olaya destek vermesi ve Bulgar yönetimini kışkırtması sonucu saldırıların niteliği değişir. Cemiyetin önde gelenleri öldürülmeye başlanır. Türkler savunmasızdır ve dolayısıyla panik haldedir. Bu durum 1933’te meydana gelen Razgrad (Hezargrad) olaylarıyla iyice doruğa çıkar. Fakat Türkler için asıl katlanılmaz dönem 1934’te gerçekleştirilen askeri darbeyle başlar.   Saldırılar dayanılmazdır? Yaşanan tüm bu gelişmeler sonucu 1923 ile 1939 yılları arasında Bulgaristan’dan Türkiye’ye yaklaşık 200 bin kadar Türk göç eder.
1923–39 yılları arasında yoğun göçün yaşandığı ülkelerden biri de Romanya’dır. İkili ilişkilerde çok iyi bir dönemin yaşandığı Romanya’dan kaynaklanan göçlerin temel nedeni öncelikli olarak Türkiye’nin nüfus politikaları olmuştur. Bu gelişmler sonucu Romanya’dan Türkiye’ye yaklaşık 118 bin kişi göç etmiştir. Daha sonraki yıllarda bu ülkeden yaşanan göç rakamları yüzlerle ifade edilebilecek kadar azalmıştır.
Yıl 1944. Yaklaşık 5 yıl süren savaş, ölen 30 milyon insan, bir o kadar da sakat ve yaralı. İkiye bölünen bir dünya,   acılar ve ayrılıklar. Tüm dünyada savaş bitmiştir. Artık ülkeler, Yunanistan hariç, savaşın yaralarını sarmakla meşguldürler. Bu ülkede savaş sonrasında süren iktidar mücadelesi 1947’den itibaren solcu güçlerle hükümet kuvvetlerinin iç savaşına dönüşmüştür. Fakat bu savaştan en fazla Türkler etkilenir. Çünkü savaşın geçtiği yerler genellikle Türklerin yaşadığı bölgelerdir.Yöre halkınca çete olarak adlandırılan solcu güçlerin gıda ürünlerine el koyması ve gençleri zorla kendi saflarında savaşa katılmaya zorlaması nedeniyle, dağlardan Gümülcine ve İskeçe’ye, Türkiye’ye yoğun bir göç yaşanır. Göçler, bölgede Yunan ordusunun otorite kurmasnıdan sonra da 1950’li yılların ortalarına kadar sürer. Yunanistan’ın iç savaşla boğuştuğu bir dönemde Bulgaristan’da ise rejim değişikliğinin sancıları yaşanmaktadır. 1944’te Sovyet ordularının desteği ile sağlanan rejim değişikliği ile ilk başlarda büyük bir toplumsal heyecan ve özgürlük yaşanır. Fakat bu kısa sürer. Çünkü Komünist Partisi kendi mutlak iktidarını kurma peşindedir. 1946 yılına gelindiğinde parti, bu konuda önemli mesafe kaydeder. Ülke çapında kontrolü eline geçirir. Artık tek doğru ve mutlak güç kendisidir. Bunun etkileri kısa sürede görülür. Meydana gelen parti diktatörlüğünde toplumdan istenen tek şey, sadece ve sadece alınan kararlara uyması, verilen emirlere itaat etmesidir. Bu süreçten Türkler ve Müslümanlar da aynı şekilde etkilenir. Sofya, 27-28 Aralık 1944’de toplanan Bulgaristan Türkleri Vatan Cephesi Komiteleri tarafından dile getirilen eğitim, vakıf ve dini talepleri dikkate almaz. Bunun yerine yeni rejim, kendi politikalarını uygulamaya koyar. Türk okullarını devletleştirir. Yeni uygulamalar sadece eğitimle sınırlı kalmaz. Hayata geçirilen kültür politikalarıyla Türklerin ve Müslümanların kapalı dünyaları da kırılır. Geleneksel sosyal, ekonomik ve kültürel yapıları parçalanır. Şimdi hiç te alışık olmadıkları bir dünyanın içindedirler. İnsanlar huzursuzdur.
1946 Bulgaristan’da önemli olayların peşpeşe yaşandığı bir yıldır. Şimdi sıra Moskova’da bulunan Dimitrov’un Bulgaristan’a dönmesine gelmiştir. Fakat Dimitrov’un dönmeden önce çözümlenmesini istediği bazı konular bulanmaktadır. Bunların başında da Türkler ve Müslümanlar bazı bölgelerde sayısal olarak nüfus çoğunluğunu oluşturmaları gelmektedir. En fazla rahatsızlık duyulan bölge ise Yunanistan sınırında bulunan ve Türkiye’ye oldukça yakın olan Rodoplardır. Çünkü bu bölgedeki bazı yerlerde Türklerin ve Müslümaların oranı, %98’lere kadar çıkmaktadır. Sofya açısından konu acil olmasına acildir fakat gündeme getirilmesi ancak Dimitrof’un Bulgaristan’a dönmesinden sonra olur. 4 Ocak 1948’de parti merkez komitesinin geniş oturumunda konu tartışılır ve karara bağlanır. Buna göre Rodoplardaki Türkler ve Müsümanlar ya Türkiye’ye göç ettirilecek ya da Bulgaristan’ın iç bölgelerine gönderilecektir. Alınan kararlar sonucu 1948–50 yılları arasında yaklaşık 2200 aile Rodoplardan alınıp Bulgaristan’ın iç bölgelerine gönderilir. İnsanlar huzursuzdur. Huzursuzluğu, Tito’nun Bulgaristan’ı ziyareti esnasında, Dimitrov’un Şumnu’da Türklere yönelik yaptığı konuşmada daha da artırır:“Bölgenizde, sayıca kalabalık olan Türk ahalisi yaşamaktadır. Slav olmayan bu ahali, Halk Cumhuriyeti Bulgaristan’ın inşaatında yer almakta ve tam bir hak eşitliğine sahip bulunmaktadır. Bize göre Türk ahalimizin gözleri, İstanbul ve Ankara’ya doğru değil Sofya’ya ve Belgrad’a doğru dikilmelidir. Aramızda yaşayan bu azınlıkların içinde ve bilhassa Türklerde, Bulgar milletinin düşmanlarının ajanlarını görmek istemiyoruz.”
(Yeni Işık 15 Aralık 1947 No:65)
Şüphe, tansiyon, tedirginlik ve gerilim gün geçtikçe artar. 1949’a gelindiğinde ise tepe noktaya ulaşır. Yapılan reformla bütün topraklar, TKZS adı altında kollektifleştirilir. Bundan hem Bulgarlar hem Türkler etkilenir. Fakat büyük çoğunluğunun geçim kaynağı toprak olan ve ikili anlaşmalarla hakları ayrıca düzenlenen Türkler ve Müslümanlar bu durumdan çok daha fazla etkilenirler. Tek ve en büyük zenginlikleri olan toprak ellerinden alınınca birden, sıradan, fakir birer insan haline gelirler. Bu gelişme Türklerde ve Müslümanlarda, yeni rejimin kendilerine yönelik gizli amaçları olduğu konusunda duydukları şüphe ve tedirginliğin iyice artmasına yol açar. Askere işçi asker olarak alınma ise olayın tuzu biberi olur. Artık var olan şüphe ve tedirginlik değildir kanaattir. Düşünülen tek şey, bunların niyeti kötü, en iyisi bir an evvel anavatana gitmektir. Düşüncenin bu olduğu yerde ilk başvurulan adres te Türk temsilcilikleri olur.
Bu duygu yoğunluğu içindeki Türkler, 1947 yılından itibaren göç için Türk temsilciliklerine başvurmaya başlar. Her Türk köyü birer dilekçe hazırlar. Bu dilekçeler Türk Büyükelçiliği ve konsolosluklarına verilir. Doğrudan Türkiye’deki yetkililere gönderilenler de olur.
Türk temsilciliklerinin önünde meydana gelen kuyruklar, Bulgaristan’da yaşanan sıkıntıya paralel olarak her geçen gün artar. Özellikle 1949’da toprakların kolektifleştirilmesiyle bu durum, Sofya yönetimini huzursuz edecek noktaya gelir. Fakat yeni rejim, Türklerin göçüne izin verip vermeme konusunda kararsızdır. Yöneticiler öncelikle, Moskova’nın görüşlerini öğrenmek istemektedir. Bu amaçla Stalin ile görüşmek ve yardımlarını almak için Moskova’ya bir ekip gönderilir. Vılko Çervenkov, Georgi Demyanof ve Anton Yugof’tan oluşan 3 kişilik heyet ile Stalin arasındaki görüşme 29 Temmuz 1949 tarihinde Kremlin'de gerçekleşir. İlk sözü Çervenkov alır.
Çervenkov: Bir süredir Türkler kıpırdanmaya başladı. Türkiye'ye göç etmek istiyorlar. Dışarıdan da destek alıyorlar. Ancak bu insanların          büyük bir bölümü iyi tütün üreticileri. Gitmelerine izin verirsek tütün üretimimiz yok olur.
Stalin: Türkiye onları kabul edecek mi?
Yugov: Şüpheliyiz... Etmeyebilir de.
Stalin: Peki, Türkiye sınırınızı rahatsız ediyor mu? Herhangi bir hareketlilik var mı?
Yugov: Hayır, ama basında Bulgaristan aleyhine kampanyalar sürdürüyorlar.
Stalin: Bunu özellikle Amerika istiyordur onun için yapıyorlardır.
Çervenkov: Gerçekten zor durumdayız. Lütfen biraz yardım edin!
Stalin: Yardım ederim ama elinizi çabuk tutmalısınız. Tütün o kadar önemli değil.  Siz onları göçe zorlayın!
Yugov: Bunu sonbahara kadar yapabiliriz.
Fakat bu kadar beklenilmez.
İki ülke ilişkileri gerilir. Bulgaristan, 10 Ağustos 1950 de Türkiye’ye, 250 bin kişiyi göçmen olarak kabul etmesi için nota verir.  Ancak karşılıklı notalar sorunu çözmez. Sınır bir açılıp bir kapatılarak göç olgusu düzensiz bir şekilde sürer. Yine de bu süreç sonunda 159.393 kişi Türkiye’ye göç eder.
Prof. Dr. Oral Sander’e göre Bulgaristan’dan gerçekleşen göçlerin iki nedeni bulunmaktadır. Birinci neden, Bulgaristan’ın 250 bin Türkü göndererek azınlık sorununu çözme isteğidir.   İkinci neden ise,  10 Ağustos 1950’de Kore savaşına asker göndereceğini açıklayan Türkiye’yi, ilave ekonomik harcamalara ve güvenlik endişelerine sokarak köşeye sıkıştırmaktır. Bu yolla hem batı yanlısı DP’nin zor durumda bırakılması hem de komünist devrimin sosyo-ekonomik altyapısı hazırlanması amaçlanmaktadır.
1949–50 göçlerinin asıl nedenlerinnin başında belki de, Bulgaristan’daki Türklerin ve Müslümanların hızlı nüfus artışı gelmektedir. O kadar ki, 1940 yılında 640 bin olan Türklerin sayısı, 1949’a gelindiğinde 210 bin artışla 850 bine ulaşmış bulunmaktadır. Üstelik İkinci Dünya Savaşında 20 bin kişinin Türkiye’ye göç etmişken.
İkinci Dünya savaşı sonrasında göçlerin yaşandığı bir başka ülke de Yugoslavya’dır. Bu ülkedin yaşanan göçlerin ekonomik, sosyal, kültürel ve ideolojik nedenleri hemen hemen Bulgaristan ile aynıdır. Farklı olan yön, özellikle Kosova’da Rankoviç’in demir eliyle yürütülen baskı ve yıldırma politikaları ile Yücelciler örgütü ve üyelerinin yargılanma şeklidir. Hoparlörlerle sokaklardaki insanlara da dinletilen yargılama şekli, toplumu psikolojik olarak yıkan bir süreç olmuştur.
Göçlerin nedenleriyle ilgili olarak öne sürülen bir başka ilginç görüş ise, Türk iç siyasetindeki bazı beklentilerin bunda etkili olduğudur. Bu görüşün savunucularına göre, dönemin hükümeti, Soğuk Savaşta, Batı Blokunun politikalarını, görüşlerini haklı çıkarmak ve durumu iç politikada da siyasal malzeme olarak kullanmak için göçü desteklemiştir. Aslında göçün, Fuat Köprülü ile Adnan Menderes'in 13–18 Ekim 1952'de İngiltere'de yaptıkları görüşmelerin sonrasına rastlaması bu görüşü doğrular niteliktedir.
Nedeni ne olursa olsun sonuçta Ocak 1953’de göç görüşmelerine başlanır. Yapılan anlaşma sonucu aynı yılın sonuna doğru Yugoslavya’dan Türkiye’ye yönelik göçler de başlar. Sadece 1960 yılına kadar Türkiye’ye göç eden insanlarla ilgili olarak konunun uzmanlarından Cevat Geray, 172 bin 571; T.C. Köy işleri Bakanlığının kayıtları ise 151 bin 889 sayısını vermektedir. Yine bakanlığın göçlerle ilgili kayıtlarına göre 1953–1967 yılları arasını kapsayan dönemde gelenlerin toplam sayısının ise 175 bin 392’yi bulduğu belirtilmektedir. Aynı dönemle ilgili olarak Arnavut yazarlar ise 450 bin 821 rakamını vermektedir. Makedonyalı ünlü Türk araştırmacılardan Yusuf Hamzaoğlu’na göre 1952–1975 yılları arasında 296 bin kişi, Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır. 1997 yılında ise rakam 350 bine ulaşmıştır.
Cumhuriyetin ilanından 1960 yılına kadar 37 yıl içerisinde Türkiye 1 milyon 519 bin 368 kişiyi göçmen olarak kabul etmiştir. Bunun yaklaşık % 31’ini Bulgaristan, % 34’ünü Yunanistan, %23’sini Yugoslavya ve %8’sini ise Romanya’dan gelenler oluşturmuştur.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Balkanlardan Türkiye’ye ikinci büyük kitlesel göçün yaşandığı dönem 1970’li yıllardır. Bulgaristan’dan kaynaklanan göçün nedeni 1950–56 yılları arasında uygulanan sosyalist insan yetiştirmeyi amaçlayan politikaların başarısız kalması sonucu, verilen sosyal ve kültürel hakların geri alınmasıdır. Yani açılan okulların kapatılması, Türkçe eğitim seçmeli hale getirilmesi ve her geçen yıl ders sayısının azaltılması, dinsel ve kültürel baskıların artırılması şeklindeki gelişmelerdir. Fakat göçün asıl nedeni Türklerin ve Müslümanların doğurganlığı yani hızlı nüfuz artışıdır. Artış Bulgarları tedirgin edici boyuttadır.  O kadar ki, 1968 yılı istatistik verilerine göre Bulgaristan’da doğan 80 bin çocuktan yalnızca 20 bini Bulgardır. Bunun Bulgaristan yöneticileri tarafından algılanışı ise çözümlenmesi gereken büyük bir tehditdir.   Artan baskılar sonucu iki ülke arasında 1968 yılında göç anlaşması imzalanır. Bu anlaşma uyarınca 1969–78 yılları arasında 130 bin kişi Türkiye’ye göç der.
70’li yıllar boyunca Türkiye’ye yönelik göçlerin yaşandığı ülke sadece Bulgaristan’dan değildir. Aynı dönemde Batı Trakya’dan yani Yunanstan’dan da pek çok kimsenin haberinin bile olmadığı sessiz bir göç yaşanır. Kısaca 1974 yılında gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekâtı’nın bedelini Batı Trakyalı Türkler öder.  Yunanistan Batı Trakya’ya askeri yığınak yapar. Korku ve gerilim doruktadır. Resmi güçlerin doğrudan bir saldırısı olmaz. Fakat resmi güçlerin yapmadığını, yapamadığını  ırkçı gruplar yapar. Rumca “Türklere Ölüm” türünden bildiriler dağıtırlar. Ayrıca yerel basında da aynı türde saldırılar artar. Türkler huzursuzdur.   Çok kısa bir süre sonra da huzursuzluğun boşa olmadığı anlaşılır. Azınlığın kutsal bildiği tüm değerlere saldırılar başlar. Irkçılığın korkunç yüzü kentlerden kasabalara ve oradan da köylere kadar uzanır. Olaylara karışanlar çok hafif cezalarla kurtulur. Verilen hapis cezaları da para cezasına çevrilir. Para toplama işini ise kilise organize eder.
Bu saldırılar sonucu başlayan göçler, 1980’lerde devam eden ve 1990’larda azalarak süregelen traktör ehliyeti alımının zorlaştırılması, ev yapım ve tamiratının neredeyse yok denecek kadar azaltılması, müftülerin anlaşmalara aykırı olarak atanmaları, Türk kimliğinin kullanımının yasaklanması, vatandaşlıktan çıkarılma, arazilere el konulması vb. nedenlerle artarak devam eder. Yapılan araştırmalar 2000’li yıllara kadar süregelen bu uygulamalar sonucunda en az 70 bin kişinin Batı Trakya’dan göç ettiği tahmin edilmektedir.
Yunanistan’da sorunların, acıların yaşandığı bir dönemde Bulgaristan’dan büyük bir çığlık yükselir. Çığlığın nedeni Bulgaristan’ın azınlık sorunun toptan çözmek için son bir hamle yaparak Türklerin ismini değiştirmesidir. 1972’de Pomakların, 1981–83 yıllarında Çingenelerin ismini değiştiren Bulgaristan, gelişmeler karşısında dünya kamuoyunun sessiz kalması üzerine umutlanır ve son bir hamle ile Türklerin de isimlerini değiştirerek azınlık sorununu kökten çözmek ister. Fakat evdeki hesap çarşıya uymaz. Dünya konjonktüründeki değişmeler, doğu blokunun çöküşü ve Türklerin direnişi, Bulgarların umutlarını boşa çıkarır. Türkçe konuşma yasağı, Bulgarca isim kullanma zorunluluğu, evlere yönelik ani baskınlar,  yıldırma politikaları, işkenceler, Belene’ye göndermeler sorunu çözmez. Kısaca “soya dönüş” projesi yatar. Bulgaristan’ın Türk azınlık sorununu çözmesi için önünde, geçmişte de olduğu üzre, tek bir seçenek kalımştır: Türkleri, Türkiye’ye göçe zorlayarak azınlık sorunundan kurtulmak.
Soya dönüş kampanyasına ilk tepki, Eğridere’nin yani Ardino’nun Tosçalı köyünde olur. Ardından da Kirli’nin yani Benkovski’nin köylerinde. Etraftaki köylerde yaşayan binlerce insanın hep birlikte haklarını aramak için Yoğurtçular köyünde toplanmaya başlamasıyla ilk ölümler meydana gelir.  Açılan ateş sonucu ilk öldürülelerden biri de altı aylık Türkan’dır. Köyler ayaktadır artık. Herkes akın akın Cebel’e ulaşmak derdindedir. Olayların büyümesinden korkan yöneticiler, bölgedeki tüm askeri ve polis güçlerini bu kasabaya toplar. Tüm giriş çıkışlar kontrol altındadır. Güvenlik güçleri ve halk kasabanın girişinde karşı karşıya gelir.   Fakat bu arada Mestanlı’da da insanlar, isim değişikliğini protesto etmek için bir araya gelmiştir. Sayıları azalmış bulunan güvenlik kuvvetleri toplanan kalabalıktan korkar.  Panikleyip göstericilerin üzerine ateş etmeye başlar. Çok sayıda ölüm olur. Gösteriler ülkenin her tarafında yayılır.  Tabi ki, ölümler de...  En büyük direnişin gösterildiği ve çatışmaların yaşandığı yerlerden biri de İslimye’nin yani Sliven’in Yablanova köyüdür. Güvenlik güçleri, 3 gün süren büyük bir direniş ve kuşatmadan sonra ancak zırhlı araçlarla köye girebilirler.
Bundan sonra Bulgaristan’da Türkler için var olan tek bir gerçek,  katlanılması zor bir baskıdır. Onlara yaşamın her alanında dayatılan ve duygularını kendi iç dünyalarında bastırmayı, boğmayı ve yok etmeyi amaçlayan bir baskı politikasıdır bu. Yaşanan sadece bir isim değişikliği değildir. Aslında isim değişikliği ile kastedilen 1985–89 yılları arasında yaşanan tüm baskılar ve acılardır.        1989 yılının Mayıs ayında artık Türkler sokaklardadır. İlk protesto, planlanandan 2–3 gün önce, 19 Mayıs’ta Cebel’de düzenlenen bir cenaze töreni sırasında yaşanır. Oradan da dalga dalga tüm ülkeye yayılır. Bulgaristan, gösteriler ve uluslararası kamuoyundun gelen baskılar nedeniyle zor durumdadır. Jivkov, Türkiye’den de sınırları açmasını ister. Türkiye Cumhuriyeti başbakanının yanıtı net ve kesindir: Özal: “Jivkov’un blöfünü gördüm. Kapıyı açtım. Hadi gönder bakalım, görelim..” Turgut ÖZAL’ın bu sözleri üzerine Bulgaristan Türkleri sınıra yığar.  600 bin Türk, amacına ulaşır.

 KAYNAKÇA
-Balkanlarda İslam (Aleksandre Popovic)
-Bulgarların Aldığı Türkçe Adlar ve Soyadlar Sözlüğü (Türker Acaroğlu)
-Bulgaristan Türkleri Üzerine Araştırmalar (Türker Acaroğlu)
-Rumeli’den  Anadolu’ya Türk Göçleri (Doç.Dr. Nedim İpek)
-Rumeli’den Türk Göçleri 1912-1913 (Doç.Dr. Ahmet Halaçoğlu)
-Balkan Türklüğü (Yusuf Hamzaoğlu)
-Balkan Diplomasisi (Ömer E.Lütem, Birgül Demirtaş Coşkun)
-Yeni Balkanlar Eski Sorunlar (Kemal Saybaşalı, Gencer Özcan)
-Bulgaristan’da Türk Kültürü (Prof. Dr. Hüseyin Memişoğlu)                       
-Bulgaristan’da Türk Kültürü (Prof.Dr. Hüseyin Memişoğlu)                       
-Osmanlı’dan Cumhuriyete Balkanların Makus Talihi Göç ( H.Yıldırım Ağanoğlu)   
-Balkanlar 1804-1999  (Misha Glenny)
-Bulgaristan Türkleri ( Bilal N. Şimşir)
-Devletlerin Dış Politikaları Açısından Göç Olgusu: Balkanlardan Türkiye’ye   
Arnavut - Göçleri 1920-1990    (Dr.Nurcan Özgür Baklacıoğlu)
-Ölüm ve Sürgün (Justin McCarthy)
-Batı Trakya Türkleri (Dr.Halit Eren)

 

 

TURAN CEMİYETİ

            Balkan Türklerinde, sınırlar dışında kalındıktan sonra da özlem, kutsal varlık ve kıble her zaman Türkiye olur. Bu nedenle de yapılan her şey, önce anavatan için, anavatan düşünülerek yapılır.
1877-78’de yaşanan Osmanlı-Rus harbinde Rodoplarda, bir hükümet (1) meydana getiren insanların, var olmanın yanında verdiği en önemli mücadele, belki daha da öncelikli olarak, Osmanlı Devletinin varlığını koruma ve onun bir parçası olarak kalmaktır. 31 Ağustos 1913’te kurulan Batı Trakya Cumhuriyeti’ne; (2) yaşatılması çok istendiği halde, salt Anadolu’yu yani anavatanı tehlikeden koruma adına son verilir. Kurtuluş Savaşı esnasında Batı Trakya’da Yunan ordusuna, cephe gerisinden,  arkadan yapılan saldırılar, sabotajlar; ulusal bağımsızlık savaşına sağlanan maddi ve manevi yardımlar önce anavatanı kurtarma adına yapılır. Kurtuluş savaşının kazanılmasından sonra da değişen pek bir şey olmaz. Bu kez milyonların kalbi yine Türkiye için atar. Fakat tek bir farkla. Artık bayrak Atatürk, kıble ise Ankara’dır. Şimdi öncelik yeni rejimi ve onun devrimlerini yaşatmaktır. Bir başka deyişle şimdi öncelikli sorun Atatürk’ün çağdaşlaşma mücadelesini sonuna kadar desteklemek ve genç Türkiye Cumhuriyeti’ni ayakta tutmaktır. İşte Turan Cemiyeti’nin yapmak istediği de bundan başka bir şey değildir.
1923’te Cumhuriyetin ilanı ve devrimlerin tek tek hayata geçirilmesi Türkiye’de olduğu kadar Balkan coğrafyasındaki Türkler açısından da yeni bir dönemin başlangıcı olur. Çünkü Ankara, Balkanlardaki Türklerin de Türkiye Cumhuriyetine paralel olarak modernleşmesini ve devrimler sürecini yaşamasını istemektedir. Çünkü aksi bir durumda hem Türkiye Türkleriyle Balkan Türkleri arasında kültürel bir kopukluk ortaya çıkabilecek hem de özellikle Bulgaristan ve Yunanistan’da hilafet yanlılarının kontrolündeki bir siyasi oluşum, muhalefet, yabancı güçlerin elinde yeni rejime, Ankara’ya karşı bir koz, bir tehdit olarak kullanılabilecektir. O nedenle yapılması gereken bir an önce bu sürecin önüne geçmektir. Öyle de yapılır. Kurulmuş bulunan Kemalist dernekler hilafet yanlılarına ve faşist gruplara karşı desteklenir.
Bulgaristan Türklerinin yaşamında çok büyük rolü olan iki önemli Kemalist dernek Turan Cemiyeti ile Türk Öğretmenler Birliği’dir. Bunlardan Türk Öğretmenler Birliği, geçmişi çok daha eskilere, 1906 yılına kadar gitmektedir. Fakat Bulgaristan Türklerinde örgütlenme konusunda asıl patlama özellikle 1923-1924 yıllarında yaşanır. Çünkü, biten 1. Dünya Savaşı’nda onbinlerce Türk Bulgaristan için savaşmış,  binlercesi canını vermiş,  1919-1923 yılları arasındaki Çiftçi Partisi iktidarı döneminde Türk-Bulgar daha doğrusu Ankara-Sofya ilişkileri (3) en üst düzeye çıkmış, dahası Türkler, geçimini ağırlıklı olarak tarımdan sağlayan ve kırsalda yaşayan insanlar olarak Çiftçi Partisi’nin seçmen tabakasını oluşturan önemli bir toplumsal kesim olmuştur. Hal böyle olunca, örgütlenmenin önündeki engeller de otomatikman ortadan kalkmış oluyor. Fakat örgütlenmenin asıl itici gücü, Yunan Ordusunun İzmir’de Ege Denizi’ne dökülmesinin, Türk Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasının Bulgaristan Türklerinde yarattığı coşku, heyecan ve özgüvendir. Zincirler kırılmıştır bir kere. Akan suyun önünde durmak zordur artık.  Birçok kentten, birbiri ardına kurulan Türk derneklerinin haberleri gelir. İnkılap, Ertuğrul, Altınyıldız, Yıldız, İleri, Hilal, Rumeli, Atilla, Turan, Balkan, Altınordu. Hepsi birer sportif organizasyon olan bu derneklerin diğer bir ortak özelliği de isimlerinin de görüldüğü üzere hepsinin özellikle Türk tarih ve kültürüyle ilgili olmalarıdır.
Bulgaristan’da 1923’te faaliyete geçen sadece Türk dernekleri değildir. Günümüz Bulgar kaynaklarına göre, faşist bir örgüt olan ve 1936’da sadece resmen kapatılan Rodna Zaştita  yani Vatan Savunucuları adlı Bulgar derneğinin kuruluş yılı da 1923’tür. Ufukta kara bulutlar görülmektedir. Kötü haberler salt bu kadarla sınırlı değildir. Azınlık olarak özgürlükleri en iyi şekilde yaşadıkları Çiftçi Partisi hükümeti 9 Haziran 1923’te gerçekleştirilen bir askeri darbe yıkılmıştır. Şimdi başlayan Demokratiçeski Zgovor yani Demokratik Birliği dönemidir.(4) Fakat adının dışında ortada demokrasinin olmadığı bir dönem.
Askeri yönetimin ilk başbakanı aşırı milliyetçi, ırkçı görüşleriyle tanınan Tsankov’dur. Fakat yeni yönetimin işi o kadar kolay değildir. Çünkü Bulgar komünistleri ile faşistleri henüz kozlarını paylaşmamışlardır. Aslında bu, Türkler için olumlu bir haberdir. En azından iki grup kendi aralarındaki kozlarını paylaşana kadar göreceli de olsa rahattırlar. Fakat bu fazla sürmez. Askeri darbeden yaklaşık 3,5 ay sonra; yani 23 Eylül 1923’te, darbe sırasında tarafsızlık ilan eden Komünist Parti tarafından yeni yönetime karşı bir silahlı ayaklanma başlatılır. Beklenen olmaz. Ayaklanma kısa sürede bastırılır. Fakat olaylar ve karışıklıklar yine de bir iki yıl daha devam eder. Demokratik Birliği’nin hedefindekiler sadece komünistler değildir. Türkler de, biraz daha hafif de olsa, payına düşeni alır. Yeni yönetimin ilk icraatlarından biri, Türklerin eğitim konusundaki talepleri karşılanmak bir yana, Eğitim Bakanı’nın 5 Aralık1923 tarihli 38358 sayılı yazısıyla, Türk okullarına devlet bütçesinden ayrılan 3 milyon levalık yardımı da kesmek olur.(5) Fakat bu uygulama,  sadece kötü günlerin habercisi küçük bir başlangıçtır. Evet, bu, kötü sadece ve sadece  günlerin habercisi küçük bir başlangıçtır. Çünkü uluslar arası siyasi ve ekonomik konjonktür daha fazlasını yapmağa uygun değildir. En azından Türkiye ile görüşmeler devam etmektedir. Aksi bir davranış görüşmelerin kesilmesi; dolayısıyla beklenen göç antlaşmasının başlamadan bitmesi demektir. Oysa Sofya yönetiminin asıl sorunu Bulgaristan’da hızla artan Türk nüfusudur. O zaman gelişmelere bir süre daha göz yummak daha mantıklı görünmektedir ve Sofya’nın da yaptığı budur.  
Neyse! Türkler birçok ilde uygulamayı gösteri ve mektuplarla protesto ederler. Örgütlenmenin yararı görülmüştür, örgütlenmeye olan inanç artmıştır. Fakat güç, birlikten doğmuştur. Oysa onlarca dernek bulunmaktadır ve bunlarla güç sahibi olmak, gelecek baskı ve saldırıları göğüslemek zordur. O nedenle yapılması gereken bir an önce birleşmektir.
Derneklerin bir çatı altında birleşmesi konusunu gündeme getirenlerden ve ısrarla savunanlardan biri de Mustafa Şerif Alyanak’tır. Bu kişi Razgrad’ta çıkan Deliorman gazetesindeki yazılarında ve “Sönük Ocak” adlı piyesinde Türk gençlerine birleşiniz diye çağrıda bulunur.(6)  Bunu takip eden başka birçok yazı üzerine Rusçuk Türk gençleri, birleşme işini üzerlerine alırlar. Bu şehirde bulunan 3 spor kulübünden ikisi olan Yıldız ile Terakki birleşerek, öteki Türk kulüplerine bir kongre çağrısı yaparlar.(7) 14 Temmuz 1924’te Rusçuk’ta yapılan bu kongreye katılım azdır. Fakat yine de kongre, birleşme yönünde önemli bir adım olur. İkinci kongre 3 Temmuz 1925’te bu kez Plevne’de toplanır. Birincisine göre daha başarılı geçen bu kongrede, Türk Spor Birliği tüzüğü görüşülüp kabul edilir.(8) Kabul edilen bir diğer önemli karar da Türk Spor Birliği’nin, Bulgar federasyonundan ayrı olmasıdır. Kongrede elde edilen sonucu yetersiz bulanlar da vardır. Bunlardan biri olan Vidinli Yaşar Ahmet, Türk gençliğinin fikren de geliştirilmesi gerektiği düşüncesinden hareketle, Turan adlı derneklerin kurulması önerisini getirir fakat kabul görmez. 2-4 Ağustos 1926’da Varna’da yapılan Bulgaristan Türk Spor Birliği’nin üçüncü kongresinde bu önemli karar da alınır. Birlik, “Bulgarya (Bulgaristan) Türk Gençlerinin Medeni, İrfani, İdmani Turan Cemiyetleri Birliği” yani Turan adıyla yeniden örgütlenir.(9) Artık Kemalistler güçlü bir kaleye sahiptirler.
Kemalist derneklerin bir çatı altında örgütlenmesi muhalif güçleri de harekete geçirir. Kemalizm’i dinsizlik olarak gören hilafet yanlısı  baş müftülük ile bu ülkeye yerleşmiş bulunan 150’liklerden bazıları harekete geçer. Bunu komitacıların devamı Trakya ile Rodna Zaştita izler. Türkiye’den kaçan komünistlerden biri olan Arif Oruç (10) ise işin tuzu biberi olur. Şimdi, benzetme doğruysa, Kemalist güçler iki buçuk cepheyle savaşacaktır. Fakat çatışma asıl Kemalistlerle Hilafet yanlıları arasındadır. Bu çatışmada, Sofya, hilafet yanlılarına ve faşist Bulgar örgütlerinin arkasındadır ve onlara her tülü desteği vermektedir.  Turan Cemiyetini ve Türk öğretmenler Birliği’nin arkasında olan Ankara ise desteğini daha çok diplomatik yollardan göstermektedir. Çatışmaların yoğunlaşmaya başladığı 1926 yılında, bu derneklere olan tam ve güçlü desteğini açıkça gösterebilmek için yeni rejim, ağır toplarından Hüsrev Gerede’yi büyükelçi olarak Bulgaristan’a gönderir.
Turan Cemiyeti adının aksine, siyasi amacı olmayıp, temsil ettiği Türk toplumunu sosyal, bedensel, ruhsal ve kültürel açıdan; uluslar arası anlaşmaların da sağladığı haklar çerçevesinde, geliştirmeyi amaç edinen Kemalist bir dernektir. Hal böyle olunca Bulgaristan’da Atatürk ilkelerinin, yeni rejimin en ateşli savunucuları da onlar olur. Türkiye’yi çok yakından takip edip buradaki gelişmeleri, devrimleri Bulgaristan’da da hayata geçirirler. Türkiye’deki gelişmeleri günü gününe Bulgaristan’daki Türk toplumuna aktarırlar. Kısaca Türkiye ile yatıp Türkiye ile kalkarlar.  Bu nedenledir ki, dernek üyeleri için kabul edilen üniformada, Türkiye’de olduğu gibi şapka vardır. İç ve dış olmak üzere iki bölümden meydana gelen üniformanın iç kısmı kızlarda, beyaz gömlek, lacivert etek ve beyaz çoraptan; erkekler de ise, yeşil şeritli beyaz fanila, siyah pantolon ile bele takılan yeşilli beyazlı bir kuşaktan oluşur. (11)
            İki kutup arasındaki çatışma 1928 yılından itibaren yeni bir boyut kazanır. Turan Dernekleri ve Türk Öğretmenler Birliği’nin, 1928-1929 eğitim yılında öğrenimi, Türkiye ile aynı anda yeni harflerle yapma kararı alması ve tutucuların sözcüsü durumundaki İntibah dışında bütün Türk basınının aşamalı olarak yeni harflerle çıkmaya başlaması,  hilafet yanlılarının çok büyük tepkisini çeker. 31 Ekim-3 Kasım 1929 tarihlerinde Türk azınlık tarafından Sofya’da toplanan Milli Kongre (12) ve bu kongrede alınan kararlar ise her şeyin tuzu biberi olur. Kıyamet kopar. Hilafet yanlıları hop oturup hop kalkar. Yaşanan, ancak iki taraftan birinin yok olmasıyla son bulacak kanlı ve kirli bir savaştır.            Saldırılar 1930 yılının başında Rodoplar bölgesinde; Kırcaali’de cana yönelir. Akdere köyünden Pehlivanoğlu, Ocak ayında, gerçekleşen silahlı bir saldırı sonucu yaşamını yitirir. Şubat ayında ise Cebiroğulları nahiyesi müdürü Hasan efendinin gün ortasında katledilir. Amaç gözdağı vermek ve yüreklere korku salarak göçe zorlamak ve bu yolla Türk sorununu kökten çözmektir.(13)
            İşlenen cinayetler, gerçekleştirilen saldırılar Kemalizm yanlısı Türklerde beklenilenin tam tersi sonuçlar doğurur. Korku duymak ya da kaçmak bir yana davalarına daha sıkı sarılırlar. Yapılan saldırı ve öldürme olayları onların mücadele ruhunu ateşlemekten başka bir işe yaramamıştır. Öyle ki, 1931-32 yılları, Bulgar faşist grupların cana yönelik saldırılarına ve hilafet yanlılarının tüm baskı ve karalamalarına rağmen Turan’ın gelişme dönemi olmuştur. Birçok yerlerde şubeler açılmış, bazı yerlerde köylere bile ulaşılmıştır. Amacı Bulgaristan Türklerinin, Kemalist ülkü doğrultusunda sosyal ve kültürel gelişimini sağlamak olan dernek bunun için çeşitli araçlar geliştirmiştir. Kütüphaneler ve okuma salonları açmış, gazeteler çıkarmıştır. Kısaca Turan Cemiyeti,   kapatıldığı tarih olan 1934’te 95 şubesi ve 5 bin kadar aktif üyesiyle, çok başarılı ve aktif bir organizasyondur. Derneğin bu başarıya ulaşmasında Türkçe gazetelerin çok büyük rolü vardır. Özellikle de Kırcaali’de çıkan Özdilek, Vidin’de çıkan İstikbal, Razgrad’da çıkan Karadeniz gazetelerinin…(14)
            Kemalist Türk derneklerinin yükselişe geçtiği 1931 yılında Bulgaristan’da önemli bir değişiklik daha yaşanır. 21 Haziran 1931’de yapılan genel seçimlerde, Türklerin de desteklediği Naroden Blok yani Milli blok seçimi kazanır.(15) Fakat verilen onca söze rağmen, Milli Blok’un Türklerin sorunlarına yaklaşım konusunda, Demokratik Birliği hükümetinden hiçbir farkı yoktur. Dahası Türklere karşı daha da katıdırlar. Eski ayrımcı ve baskıcı politikalardan vazgeçmek bir yana, başta eğitim olmak üzere, bunları daha da ağırlaştırarak sürdürürler. Bu durum Rehber gazetesinde “Milli Blok hükümeti hükümeti, program ve intihap (seçim) agitasyalarında (çalışmalarında) bize bol bol vaatler yapmış ve yapmakta devam ediyorsa da,’İzgovor’  devrinde şikayet ettiğimiz haksız ve kanunsuz hadiseler ve fuzuli hareketler bugün birkaç kat daha artmış, ’İzgovor’ idaresinde kapanmış ve yine aynı idare tarafından açılmaları için emir verilmiş olan mektepler, bugün kapalı kaldıktam maada, yeniden birçok mektepler kapanmış, tedrisat programları sıkıştırılmış, birçok yerlerde tek Bulgarsız, halis Türk köylerinin mektepleri halkın feryat ve istimdatlarına rağmen hala resmi, milli mektep olarak idare olunmakta, bu suretle kanuni esasi ve maarif kanunlarının verdiği sarih haklarımız ayaklar altında çiğnenmektedir.”(16) şeklinde  dile getirilir.
Kemalist derneklerin örgütlenme ve toplumsal taban oluşturma konusundaki başarıları, tüm dikkatlerin, üzerlerine toplanmasına yol açar. Hilafet yanlılarının ve Bulgar faşist grupların saldırıları artar. 1933 yılından itibaren Kemalist ve hilafet yanlısı gruplar arasındaki çatışma uzlaşmaz bir noktaya varır. İpler tamamen kopar.
Sofya gelişmeleri dikkatle ve kuşkuyla izler. Bu kuşku, hilafet yanlısı baş müftülük ve bu ülkeye yerleşmiş bulunan 150’liklerden bazılarınca sürekli körüklenir. Aslında baştan beri olayların içinde olan Sofya beklentisi iki tarafın birbirini; mümkünse hilafet yanlılarının Kemalistleri yok etmesidir. O nedenle hilafet yanlılarının ve Bulgar faşist gruplarının şikayetlerinin Sofya’nın kuşkularını körüklemesi gibi bir şeyin olmaması gerek. Bu şikâyetler olsa olsa olaylara uygun bir zamanda müdahale etme şansını ve uluslar arası hukuk karşısında haklı olma olanağını vermektedir. Neyse! Hilafet yanlılarının ve Bulgar faşist gruplarının şikâyetleri ve suçlamaları aralıksız devam eder.
Trakya örgütü, Turan’ı, Bulgaristan’ı bölüp parçalamayı amaçlayan Kemalist bir örgüt olduğunu ileri sürer. Trakya örgütünün gösterdiği hedef Kırcaali’dir. Baş Müftü Hüseyin Hüsnü suçlama konusunda hiç Bulgar faşist gruplardan geri kalır mı? O da Turan Cemiyetinin, Deliorman’da bir koloni oluşturarak önce bir Türk hükümeti kurmak sonra da Türkiye’ye katılmak istediğini söyler.         Devrimci hareketini boğmak, modernleşme çabalarını baltalamak ve Türk gençliğini susturmak isteyen Baş Müftü Hüseyin Hüsnü, suçlamaları bununla da sınırlı kalmaz. Türk Devrimini meşalesini Bulgaristan’da yakmak isteyen ve bunun mücadelesini veren Kemalist gençleri, toplumun en büyük zaafı olan dinsizlikle suçlar
Saldırılar dört bir yandan gelir. Yine hilafet yanlılarının önde gelen simalarından olan 150’liklerden Osman Nuri ise, Turan Cemiyeti’nin Kemalist yani komünist olduğunu, Türkiye’den yönetildiğini, bunun da elçilik ve konsolosluklar aracılığıyla yürütüldüğü suçlamalarında bulunur.(17)           Bütün kavramları birbirine karıştıran, belki Avrupa ile birlikte Bulgaristan’da da yükselişe geçen Nasyonal Sosyalizmin, komünizm düşmanlığından yararlanmak için Kemalizmi komünizm ile özdeşleştiren Osman Nuri’nin suçlamaları bununla da bitmez. Komünizm suçlamasıyla yeterli desteği bulamamış olacak ki, Turan Cemiyeti’nin ileri gelenlerinden bazıların adlarını vererek bunları,  vatan hainliği ile suçlar. Dahası bu insanların, “yabancı bir millet (Türk milleti) adına Bulgar vatandaşları arasına nifak saçtıklarından Müdafaa-i Hükümet Kanunu ile takip olunmaları” (18) gerektiğini söyleyerek haklarında ne yapılması gerektiği konusunda yol da gösterir
Abdülhak Naci sorunu ve çatışmayı daha da ileri boyuta götürür. 31 Mart 1933 günlü Dostluk gazetesinde Turan Cemiyetini Ankara’nın etkisinde ve para almakla suçladıktan sonra sözlerine “… din-i mübine, peygamberi zişaine sınıfı ülemaya kök saldıran güruha karşı bu kabil şedit ve öldürücü darbeler indirmeye devam edeceğiz ve alçakların nefesi ve sesi kısılıncaya kadar bunda sebat göstereceğiz. Düşmanı tepelemedikçe kılıçlarımızı kınına, kalemlerimizi kutuya koymamaya ahaki peyman eyledik.” (19) şeklinde devam eder.
Düşman, çağdaş, ilerici ve Türkiye ile gönül bağını sürdürmek isteyen Kemalistlerdir. Dost ise bulundukları ülke ve kurumlarıdır. Bir başka deyişle Sofya’dır, Atina’dır. İlk başlarda ideolojik nedenlerle ortaya çıkan fakat sonraları daha çok atanmış müftülerce yaratılan bu tür işbirlikçilik örnekleri, uzun yıllar Balkanlarda Türklerin ve Müslümanların yaşadığı en büyük sorun olmuş, Yunanistan örneğinde olduğu üzere bazı ülkelerde günümüze kadar sürmüştür. Bu tür müftüler, yani göreve atamayla gelenler, temsil ettikleri toplumun, bulundukları ülkede antlaşmalardan doğan haklarını korumak bir yana o devletin haklarını temsil ettikleri topluma karşı korumağa çalışmaktadırlar.
Neyse! Mücadele çetin ve amansızdır.  Hem Bulgar faşist gruplarca hem de hilafet yanlılarınca yapılan saldırı ve ihanet başta olmak üzere her türlü suçlamalara karşı yanıtlar Turan Cemiyeti’nin en keskin ve en etkili kalemlerince anında verilir. Yüreklerinin Türkiye ile birlikte attığı, Türkçü ve Kemalist oldukları açık bir şekilde ortaya konulur ve savunulur. (20)
Ahmet Refet, Özdilek Gazetesinde Türk Devrimi ve Bulgaristan Türkleriyle ilgili olarak yazdığı “Türk İnkılabını Benimsemek Yurda Hainlik midir?” başlığını koyduğu yazısında, “Kuşkusuz edebiyat, sanat, kültür noktalarında tam bir bağlantıyla bağlandığımız egemen Türk’ün o alanlardaki inkılaplarını toplumsal yaşamımızın kurallarıyla uygunlaştırarak Bulgarya Türkleri arasında uygulayacağız. Bizim bu alandaki benimsememizi yanlış anlayışlarla yorumlamak bizim yükselmemize engel olmak demektir. Buysa tam anlamıyla yurda hainliktir. Çünkü Türk gençliği bilimsel, kültürel alanlarda Türk inkılabını benimsemekle yurda hizmet yapmış sayılırlar.” Demektedir.
Halim Özdemir ise  “Aziz Kardeşler” başlıklı makalesinde, “İşte sevgili ve değerli kardeşlerim, Türkçülük ülküsünün daha çok yükselmesi için ve Türklüğe yaratılmış olan bu parlak ve şanlı yolu ışıtmak için her çeşit ezinç (azap) ve sıkıntıya katlanıp çalışmak gerektir. Biz bu yolun yolcusuyuz. Her çeşit engelleri atlatarak, yıkarak, her tür ezinç (azap) ve sıkıntıya katlanarak kesin yengiye (zafere) doğru çetin ve yorulmaz adımlarla yürüyecek, çok yakın bir gelecekte parlak bir yenginin doğumunu muştulayacağız (müjdeleyeceğiz)! Ben buna bütün gönül ve içtenliğimle inanıyorum: Atatürkçülük (Kemalizm) Türkçülüğü dinim ve imanım. Kemal de Peygamberimdir!” der ve son noktayı kor.(21)
            Artık söz bittiği yere gelinmiştir. Şimdi konuşma sırası kaba gücündür. Kemalist hareketi fikir gücüyle yenemeyen faşist gruplar, olayı şiddete dökerler. Bunların organize ettiği saldırılar sonucu Bulgar gençleri 15-16 Nisan gecesi Razgrad’taki Türk Mezarlığı’na saldırırlar. Mezarlık yerle bir edilir. Mezarlar açılır, kemikler etrafa saçılır. Gerilimi tırmandırma ve olayı provoke etme çabası bu kadarla da sınırlı kalmaz. Köy köy dolaşan gruplar Türklere, Türkçe konuşmayı yasak ederler, Türklerin toplandığı kahvehanelere baskınlarda bulunurlar, hatta yeri gelir silah ta kullanırlar. Tüm bu yapılanlar provokasyon için yetmeyince de Cami kapılarına domuz kafası asma, köylerdeki pınarlara, kaynaklara domuz yağı sürme yoluna giderler. Fakat istediklerini alamazlar. Çünkü Türkler provokasyona gelmemiştir.           
Bulgaristan’da Türkler arasındaki mücadele Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 10. yılı kutlamaları sırasında en üst düzeye ulaşır. Kemalizm yanlısı birçok Türk gazetesi Cumhuriyet kutlamalarıyla ilgili günler öncesinden harekete geçer. Özdilek’ten T.H. Pehlivan  “En Büyük Gün 30 Ağustos” başlıklı makalesiyle Cumhuriyet kutlamalarını günler öncesinden başlatır.(22) Yazılanlar bu kadarla sınırlı kalmaz. Ardından, hem Özdilek’te hem diğer birçok gazetede, Atatürk’e, cumhuriyete ve devrimlere övgüler yağdıran çok sayıda yazı çıkar. Özellikle Kemalist grup tüm olumsuzluklara, saldırılara karşın coşku ve heyecan içindedir. Mutludurlar. Kalabalık bir grup 29 Ekim 1933’te Cumhuriyetin ilanının 10. yılı kutlamaları nedeniyle gerçekleştirilen törenler için Ankara’dadır.  Coşku, heyecan ve mutluluk doruktadır.    Saldırılar iyice artar. Fakat Kemalist grubu üzen ve yıldıran ne hilafet yanlılarının ne de Bulgar faşist grupların saldırılarıdır. Kemalist grubu üzen, moralini bozan tek olay, hilafet yanlılarının Turan Cemiyeti’nin elçiliklerce idare ediliyor suçlamasına karşın Filibe Konsolosluğu’nun aldığı “Her ne iş için olursa olsun Büyükelçiliğe nedensiz yapılacak başvurular kabul edilmeyecektir.” karardır. Balkan Antantının imzalanma sürecine girdiği, Avrupa’nın hızla savaşa sürüklendiği bir ortamda,  Türkiye’nin, Bulgaristan’da yaşanan olayların içinde olmadığını göstermek ve Sofya’nın Türklere yönelik baskılarına önemli bir gerekçe olarak kullandığı Turan’ın Türk temsilciliklerince yönetiliyor savını ortadan kaldırmak için atılan bu adım,  Kemalist Türk aydınlarını psikolojik olarak etkiler. Çünkü, artık, saldırılar ve suçlamalar karşısında düne kadar arkalarında buluna ve güvendikleri tek yer olan elçilikler de yoktur. Türk  Sofya’nın desteklediği, kullandığı ve kışkırttığı hilafet yanlılarıyla Bulgar faşist grupların saldırıları karşısında şimdi kendilerini tam anlamıyla yalnız hissetmektedirler. Oysa mücadeleyi ve kavgayı veren kendileridir. Güçlerinin kaynağı inançlarıdır. Fakat gel gör ki,  Balkanlarda yaşayan tüm Türklerin psikolojisi olan,; hiçbir şey yapmasa bile Türkiye’nin yanında olduğunu bilme duygusunu, Turan Cemiyeti ile Türk Öğretmenler Birliği’nin üyeleri ve yandaşları da yaşar. Karardan olumsuz etkilenirler. Bu durumu M. Necmeddin Deliorman anılarında, “Türkiye düşmanı ırkçı Bulgarlar ortasında ve daha acınacak yanı Türk inkılâplarına düşman ve bizi Atatürkçülük çaşıtı (ajanı) olarak suçlayan softalar ve Baş Müftülük çevresindekiler ortasında, yalnızca Gazi Mustafa Kemal’in saygınlığına ve Türk Büyükelçiliğine güvenerek canla başla çalıştık.” (23) şeklinde ifade etmektedir. Aslında sorun, Türkiye’nin böyle bir mücadeleyi destekleyip desteklemediği değil isteyip istemediğidir. Yani mücadelenin Türkiye için zararlı olup olmadığıdır.
Neyse! Bulgaristan Türklerinin 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın yıldönümünü ve Cumhuriyetin kuruşunun 10. yılını coşkulu bir biçimde kutlamaları baskı ve saldırıların yoğunlaşmasına yol açar. Birçok hakları ellerinden alınır. Fakat yine de ne bir korku, ne bir pişmanlık ne de bir teslim oluş vardır. Tam tersine bıkmadan, yılmadan sonuna kadar mücadele ederler. Fakat 19 Mayıs 1934 her şeyin sonu olur. Tüm Avrupa’da olduğu gibi Bulgaristan’da da yükselen faşizm, bu tarihte askeri bir darbeyle yönetimi ele geçirmiş, başta azınlıklar olmak üzere tüm muhalif güçlere ülkeyi zindan etmiştir.
Turan Cemiyeti’nin önde gelenlerinin bir kısmı Türkiye’ye kaçar. Kaçamayıp kalanların bir kısmı işkencelerden geçirilir,  hapislerde çürütülür;  bir kısmı ise öldürülür. Ve böylece bir dönem de kapanmış olur. Fakat bu, yenenlerin değil yenilenlerin galip olduğu bir dönemdir. Evet, yenilgi Kemalistlerindir. Fakat zafer Kemalizm’indir.
       -------------------------------------------------------

  1. 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı Rus Harbinden sonra imzalanan Ayastefanos Antlaşması ile Tuna’dan Ege Denizin, Karadeniz’den Adriyatik’e kadar geniş bir alanı kaplayan coğrafya içinde Büyük Bulgaristan kurulur. Bu durum İngiltere, Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi ülkelerin yanı sıra Rodoplar’daki Türkler tarafından da kabul edilmez ve dahası protesto edilir. Süleyman Paşa komutasındaki birliklerden arta kalan askerlerin de katıldığı, 100 bin muhacirin de sığındığı Rodoplu Türk ve Müslümanlar, Osmanlı ve Türk egemenliğinden başka bir otoriteyi tanımayacaklarını Avrupa ülkelerine bildirirler; Rus işgaline ve Bulgar komitacılarına karşı direnişe geçerler. Bu amaçla  Rodop Hükümet’i Muvakkatesi adıyla bir siyasi yapı oluştururlar. Osmanlı padişahından istediği silah ve cephane yardımını alamayan bu ilk hükümetin kurucuları arasında Ahmet Ağa Tımirski, Hacı İsmail Efendi, Hidayet Paşa, Kara Yusuf Çavuş ve otuz kişiden oluşan Temsilciler Meclisi bulunmaktadır. Ayrıca 100 köyün muhtarı da bu siyasi yapı içinde doğrudan ve aktif olarak görev almıştır.

            ------------------------------------------------------

  1. İkinci Balkan Savaşı’ndan sonra durumdan yararlanan Osmanlı Ordusu’na bağlı bazı silahlı gruplar 22 Temmuz 1913 Edirne’yi geri alır. Daha sonra Bulgaristan sınırı da geçen Eşref Kuşçubaşı komutasındaki bu silahlı grup, Koşukavak’ta (Krumovgrad) bulunan Domuzciev çetesini dağıttıktan sonra ileri harekatına devam eder ve Gümülcine’ye kadar iner. Burada 31 Ağustos 1913’te Batı Trakya Cumhuriyeti’ni ilan eder. Önemli merkezleri Gümülcine ve Kırcaali olan ve ülkenin sınırları doğuda Meriç, batıda Karasu, Kuzeyde Rodoplar, güneyde ise Ege Denizi’dir.

            -----------------------------------------------------

  1.  Birinci Dünya Savaşından mağlubiyetle ayrılan iki ülkenin 30 Ekim 1918’de imzalanan ateşkes antlaşmasıyla artık kaderleri de ortaktır. İkisi de işgal altındadır. Fakat Türkler, Anadolu’da Mustafa Kemal’in önderliğinde bir bağımsızlık savaşı vermektedirler. Bu mücadelenin başarıyla noktalanması durumunda, yırtılıp atılacak Sevr Antlaşması’nın Bulgaristan’a imzalatılan Neully Antlaşması’nın ortadan kaldırılması, yok sayılması için de bir örnek oluşturacağını düşünen Aleksandır Stamboliyski yönetimindeki Çiftçi Hükümeti, mücadelesinde Ankara’yı sonuna kadar destekler. Olanakları ve kaçırabildikleri ölçüsünde Türk Kurtuluş Savaşına silah yardımında bulunur. Ayrıca, Yunan işgali esnasında Yunan ordusuna mağlup olan birliklerden geri kalan askerlerin Bulgaristan’a girmesine ve geçici olarak yerleşmesine izin verir. Aslında Sofya’nın Türk Kurtuluş Savaşını desteklemesinin ve Ankara ile iyi ilişkiler kurmak istemesinin asıl nedenini, Stamboliyski’nin 26 Ekim 1922’de Bulgar meclisi Sobranya’da yaptığı “Sevr Anlaşmasında, Mustafa Kemal hareketinin başarıya ulaşmasıyla yapılacak değişiklikleri Neully gibi öteki antlaşmaların da değiştirilmesi için başlangıç kabul ediyoruz.” cümlesi ortaya koymaktadır.                      (Kemalist İhtilal ve Bulgaristan 1918-1922 Nisan 1969 İstanbul, Kitaş Yayınları sayfa 375) Yine  “Askeri Milliyetçilik” adlı bir broşüründe “Sevr Anlaşması, Türk milletinin direnmesi sonucu parçalandı. Bu millet kuvveti, inancı ve yardımlar sayesinde emperyalizmin kayalıklarında ilk gediği açmıştır”  diyen Vasil Kolarov’un, “Neuilly Anaşması da Sevr’in akıbetine uğramalıdır” sözleri de asıl amacı ve beklentiyi açıkça ortaya koymaktadır. (Kemalist İhtilal ve Bulgaristan 1918-1922 Nisan 1969 İstanbul,Kitaş Yayınları sayfa 132)   Birinci Dünya Savaşı’nda Bulgar ordusunda savaşan Türk azınlıktan 9604 kişi ölmüştür (Prof. Dr. Hüseyin Memişoğlu, Bulgaristan’da Türk Kültür Türk Eğitim Tarihi, s.112,)
  2. Prof. Dr. Hüseyin Memişoğlu, Geçmişten Günümüze Bulgaristan’da Türk Eğitim Tarihi, s.159
  3. Prof. Dr. Hüseyin Memişoğlu, Geçmişten Günümüze Bulgaristan’da Türk Eğitim Tarihi, s.161
  4. Bilal N. Şimşir, Bulgaristan Türkleri, s.99, Bilgi Yayınevi, 1. Basım Şubat 1986
  5. Bilal N. Şimşir, Bulgaristan Türkleri, s.100, Bilgi Yayınevi, 1. Basım Şubat 1986
  6. Bilal N. Şimşir, Bulgaristan Türkleri, s.101, Bilgi Yayınevi, 1. Basım Şubat 1986
  7. Suat AKGÜL, Bulgaristan Türkleri, Türk İnkılabı ve Atatürk, s.4
  8. Suat AKGÜL, Bulgaristan Türkleri, Türk İnkılabı ve Atatürk, s.3,16,17
  9. Bilal N. Şimşir, Bulgaristan Türkleri, s.103, Bilgi Yayınevi, 1. Basım Şubat 1986
  10. Bilal N. Şimşir, Bulgaristan Türkleri, s.106-128, Bilgi Yayınevi, 1. Basım Şubat 1986) Milli Kongre’nin toplanmasında çok büyük rolü ve emeği olan; Bulgar komitacılarla da yılmadan mücadele eden Mehmet Celil, 1938’de Türkiye casusu olmakla suçlanmış ve 1939’da hapishanedeyken öldürülmüştür. 

        Suat AKGÜL,   Bulgaristan   Türkleri,  Türk
        İnkılabı ve Atatürk, s.5

  1. Deliorman Gaz. 20.02.1930 sayı 17
  2. Karşı ve yandaş gazeteler
  3. Prof. Dr. Hüseyin Memişoğlu, Bulgaristan’da Türk Kültürü, s.128
  4. Prof. Dr. Hüseyin Memişoğlu, Geçmişten Günümüze Bulgaristan’da Türk Eğitim Tarihi, s.200
  5. Bilal N. Şimşir, Bulgaristan Türkleri, s.105, Bilgi Yayınevi, 1. Basım Şubat 1986
  6. Bilal N. Şimşir, Bulgaristan Türkleri, s.105, Bilgi Yayınevi, 1. Basım Şubat 1986
  7. Bulgaristan’da Türkler, Osman Keskioğlu, s.29 ???????)
  8. Bilal N.       Şimşir, Bulgaristan Türkleri, s.105, 106 Bilgi Yayınevi, 1. Basım Şubat 1986

        Suat AKGÜL,   Bulgaristan   Türkleri,  Türk  
        İnkılabı ve Atatürk, s.8,9,10,11,12
(21) Suat AKGÜL, Bulgaristan Türkleri, Türk      
        İnkılabı ve Atatürk, s.11
(22) Suat AKGÜL, Bulgaristan Türkleri, Türk      
        İnkılabı ve Atatürk, s.16
(23) Suat AKGÜL, Bulgaristan Türkleri, Türk             
       İnkılabı ve Atatürk, s.15

 

.....
sayfa başına dön


 

 
Nutuk (Sesli ve Görsel)
 
Etkinlik Takvimi
Kasım , 2024
PzrPztSalÇrşPrşCumCts
1 2
3 4 5 6 7 8 9
10 11 12 13 14 15 16
17 18 19 20 21 22 23
24 25 26 27 28 29 30
 
 
 
 
 
Copyright Aralık 2002 © balkanpazar.org
tasarım ve uygulama Artgrafi.net