Çocukluğumla ilgili olarak anımsadığım ilk şey okula gitme konusuyla ilgilidir, Bu konuda annemle babam arasında şiddetli bir tartışma vardı. Annem ilahilerle okula başlamamı ve mahalle mektebine gitmemi istiyordu. Gümrüklerde memur olan babam o tarihte yeni açılan Şemsi Efendi Okuluna gitmemden ve yeni düzende öğrenim görmemden yanaydı.
Sonunda babam sorunu ustaca çözümledi.: Önce bilinen törenle mahalle mektebine başladım. Böylelikle annemin gönlü alınmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle mektebinden çıktım ve Şemsi Efendi Okuluna kaydoldum.
Kısa bir süre sonra babam öldü. Annemle birlikte dayımın yanına yerleştik. Dayım köyde yaşıyordu. Ben de bu yaşama karıştım. Bana görevler veriyor, ben de onları yapıyordum. Başlıca görev tarla bekçiliğiydi. Kardeşimle birlikte bakla tarlasının ortasındaki bir kulübede oturduğumuzu ve kargaları kovmakla uğraştığımızı unutamam. Çiftlik yaşamının başka işlerine de karışıyordum.
Bir süre böylece geçtikten sonra annem okula gidemeyişimden ötürü kaygılanmaya başladı. Sonunda Selanik'te bulunan teyzemin yanına gitmeme ve orada okula devam etmeme karar verildi. Selanik'te mülkiye idadisine kaydoldum. Okulda Kaymak Hafız adında bir hoca vardı. Bir gün ders sırasında başka bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Hoca beni yakaladı, çok dövdü. Tüm vücudum kan içinde kaldı. Büyükannem zaten okula gitmeme karşıydı. Hemen beni okuldan aldı. Komşuda Binbaşı Kadri Bey adında biri oturuyordu. Oğlu Ahmet Bey askeri liseye gidiyor okul üniforması giyiyordu. Onu gördükçe ben de öyle elbise giymek hevesine kapılıyordum.
Sonra, sokaklarda subaylar görüyordum. Onlar gibi olabilmek için yapılması gereken şeyin askeri liseye girmek olduğunu anlıyordum.
SELANİK, YUNANİSTAN
O sıralarda annem Selanik'e gelmişti. Askeri liseye girmek istediğimi söyledim. Asker olmama şiddetle karşı çıktı. Liseye giriş sınavları sırasında ona belli etmeden askeri liseye giderek sınavlara girdim. Böylece anneme karşı oldu-bitti yapılmış oldu. Lisede en çok matematiğe merak sardım. Kısa sürede o dersi veren hoca kadar, belki daha fazla, bilgi sahibi oldum. Okuduğum derslerin üstün birtakım konularla ilgileniyordum. Yazılı sorular hazırlıyordum ve matematik öğretmeni de bunlara yazılı yanıtlar veriyordu. Hocamın adı Mustafa idi. Bir gün bana dedi ki:
-Oğlum, senin de adın Mustafa, benim de ... Bu böyle olmayacak, arada bir fark olmalı. Bundan. sonra adın Mustafa Kemal olsun.
Adım o günden bu yana Mustafa Kemal kaldı. Öğretmen sert bir adamdı. Sınıfta birinci, ikinci tanımıyordu. Bir gün bize:
-Aranızda kimler kendine güveniyorsa kalksınlar, onları öbür arkadaşlarını çalıştırmakla görevlendireceğim, dedi. Ben önce duraksadım. Öyle arkadaşlar ayağa kalktı ki, ben kalkmamayı yeğledim. Kalkanlardan birinin öğrencisi oldum. Ama onun çalıştırmalarına dayanamadım ve bir gün ayağa kalkarak:
-Ben bundan daha iyi yaparım, dedim. Bunun üzerine öğretmen bana öğrenci çalıştırma görevi verdi ve daha önce beni çalıştıranı da bana öğrenci yaptı.
Askeri liseyi bitirdiğimde merakım hayli ilerlemişti. Manastır Askeri Lisesi'ndeki matematik bana çok kolay geldi. Konuyla ilgilenmeyi sürdürdüm. Ama Fransızca'da geriydim. Öğretmen benimle pek ilgilenmiyor, ağır uyarılarda bulunuyordu. Bu uyarılar çok gücüme gitti. İlk tatilde buna bir çare aradım. İki, üç ay gizlice Frerler okulunun özel sınıfına devam ettim. Böylece okulda okutulanın üstünde Fransızca öğrendim. O zamana kadar edebiyatla pek ilgim yoktu. O sıralar Ömer Naci Bursa ortaokulundan kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Şiirler yazıyordu. Benden okuyacak kitap istedi. Tüm kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşımın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şeylerin bulunduğunu o vakit fark ettim. O konuda çalışmaya başladım. Şiir bana çekici geldi. Ancak edebiyat hocası olarak yeni gelen bir öğretmen şiirle uğraşmamı yasakladı. "Böyle şeylerle uğraşmak seni askerlikten uzaklaştırır" dedi. Bununla birlikte güzel yazı yazma hevesim sönmedi.
Lisede hepimiz çok sıkı biçimde çalışıyorduk. Hepimizde birinci ya da ikinci olmak için şiddetli bir istek vardı. Sonunda liseyi bitirdim ve harp okuluna girdim. Matematik merakım burada da sürüyordu. Birinci sınıf ta saf birtakım gençlik hayallerine kapıldım. Dersleri savsaklamaya başladım. Yılın nasıl geçtiğinin farkında bile olmadım. Ancak dersler kesildikten sonra kitaplara sarıldım. İkinci sınıfa geçtikten sonra askerlik derslerine merak sardırmaya başladım. Şiir yazma konusunda lisedeki öğretmenimin koyduğu yasağı unutmuyordum. Ama güzel yazı yazma ve konuşma merakım sürüyordu. Ders aralarında güzel konuşma denemeleri yapıyorduk. Saati elimize alıp "Şu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben konuşacağım" diye yarışmalar, tartışmalar yapıyorduk.
|
|
Doğduğu Ev'in temsili resmi |
Mustafa Kemal, Harekât Ordusu Subayları ile, Selanik. 1909 |
Harp okulu yıllarında bende siyasi fikirler uyanmaya başladı. Durum hakkında henüz kavrayışlı bir bakışa sahip değildik. Sultan Hamit devriydi. Namık Kemal Beyin kitaplarını okuyorduk. Çok sıkı bir biçimde izleniyorduk. Çoğunlukla sadece koğuşta, yattıktan sonra okuma olanağı buluyorduk. Bu türden vatanseverce yazılmış eserleri okuyanların izlenmesi işlerin içinde bir bit yeniği olduğu kuşkusunu yaratıyordu. Ama bunun niteliği gözlerimizin önünde açık seçik şekillenmiyordu. Kurmay sınıflarına geçtik. Alışık olduğum düzende derslerime çok sıkı çalışıyordum. Derslerin ötesinde bende ve bazı arkadaşlarda yeni fikirler belirmeye başladı. Ülkenin yönetiminde ve izlenen politikada kötülükler olduğunu keşfetmeye başladık. Binlerce kişiden oluşan harp okulu öğrencilerine bu keşfimizi anlatma hevesine düştük. Okul öğrencileri arasında okunmak üzere elyazısıyla hazırlanmış bir gazete kurduk. Sınıf içinde küçük bir örgütümüz vardı. Ben yönetim kurulundaydım. Gazetenin yazılarını genellikle ben yazıyordum.
O zamanlar okullar denetçisi İsmail Paşa idi. Paşa bizim bu çalışmalarımızı saptamış. Bizi izletiyormuş. Okul müdürü Rıza Paşa adında biriydi. Müdür Paşa, İsmail Paşa tarafından Padişah'a çekiştirilmiş ve "Okulda böyle öğrenciler var, ya farkında olunmuyor ya da hoşgörü gösteriliyor" denilmiş. Rıza Paşa yerinde kalabilmek için söylenenleri reddetmiş.
Bir gün gazete için gerekli yazılardan birini yazmaya çalışıyorduk. Veteriner dersliklerinden birindeydik ve kapıyı kapamıştık. Kapının arkasında da birkaç nöbetçi vardı. Rıza Paşa'ya haber vermişler. Sınıfı bastı. Yazılar masanın üzerinde, ön taraftaydı. Onları görmezlikten geldi. Ama, dersten başka şeylerle uğraştığımız için tutuklanmamız buyruğunu verdi. Ancak sınıftan çıkarken de "Sadece izinsizlik cezasıyla da yetinilebilir" dedi. Daha sonra da hiçbir cezaya gerek olmadığını söylemiş. Böyle davranışının nedenleri arasında kendisine yöneltilen kusuru ortaya çıkarmamak düşüncesi olsa bile iyiniyeti de yadsınamazdı.
|
Selanik Kocakasım Mahallesi İslahhane Cadeesi'ndeki üç katlı doğduğu ev. Pembe boyalı bu evin güzel bir bahçesi de vardı. |
Kurmay sınıflarının sonlarına kadar biz bu işleri sürdürdük. Yüzbaşı olarak okuldan ayrıldıktan sonra İstanbul'da geçireceğimiz süre içinde bu işlerle daha fazla meşgul olabilmek için arkadaşlardan biri adına bir daire kiraladık. Arasıra orada toplanıyorduk. Bu hareketlerimiz biliniyor ve izleniyordu. O sırada eski arkadaşlardan ve subayken ordudan atılmış biri karşımıza çıktı. Perişanlığından, yardıma gereksi .imi olduğundan, yatacak yeri bile bulunmadığından söz ederek bize sığındı. Biz de bu kişiyi kiraladığımız apartımanda barındırmaya ona yardım etmeye karar verdik. İki gün sonra onun isteği üzerine bir yerde buluşacaktık. Buluşma yerine gittiğimde yanında mabeyn(*)'den bir yaver gördüm. Apartımanda yatan İsmail Hakkı Bey adında biri vardı, hemen götürmüşler. Bir gün sonra da bizi tutukladılar. Meğer Fethi Bey, İsmail Paşa'nın casusuymuş. Bir süre hücre hapsinde kaldım. Sonra Saraya götürdüler, sorgulandım. Sorguda İsmail Paşa, başyazman, bir de sakallı biri vardı. Sorgulanma sonunda anladık ki gazete çıkardığımız, örgüt oluşturduğumuz, bir apartımanda çalıştığımızdan, tüm bunlardan sanıktık. Daha önce sorgulanan arkadaşlar bazı itiraflarda bulunmuşlar. Birkaç ay böyle tutuklu kaldıktan sonra salıverdiler.
Birkaç gün sonra kurmay arkadaşların hepsini Genelkurmaya çağırdılar. Eşit sayılarda olmak üzere Edirne ve Selanik'e, yani 2. ve 3. Ordu'lara gönderilmemiz kararlaştırılmıştı. Kura çekileceğini, ama aramızda anlaşırsak buna gerek kalmayacağını söylediler. Ben arkadaşlara işaret ettim. Biraz konuştuk. Gerçekten kısa bir görüşme sonunda 2. ve 3. Ordu'lara gidecekleri belirledik. Bu davranışımızı aramızda bir örgütün varlığına kanıt saydılar. Beni Suriye'ye sürdüler. Şamda'ki bir süvari birliğinde staj yapmakla görevlendirilmiştim. O sıralar Dürziler'le bazı sorunlar vardı. Dürziler üzerine askeri birlikler gönderiliyordu. Ben görev yerine gittim ve dört ay orada kaldım. Orada "Hürriyet Cemiyeti" adında bir dernek kurduk. Bunu genişletmek amacıyla aldığımız önlemler arasında benim çeşitli askeri sınıflarda staj yapma bahanesiyle Beyrut, Yafa ve Kudüs'e gitmem de vardı.
19.yüzyılda Selanik 19.yüzyılda Selanik
Buna göre hareket ettim. Saydığım yerlerde örgütlenildi. Yafa'da daha fazla kaldım. Oradaki örgüt daha güçlü oldu. Ancak Suriye'de istediğimiz düzeyde örgütlenme olanaklı görünmüyordu. Benim kanım Makedonya'da işin daha hızlı yürüyeceğiydi. Oraya gitmek için çare düşünüyordum. Sürgüne gönderilmemle ilgili olarak hakkımdaki kararda "Kolay yollardan memleketine gidemeyeceği bir yere gönderilmesi" kaydı vardı. Bu bakımdan Makedonya'ya gitmek hayli zordu. O sırada bir yanlışlık sonucu olduğunda kuşku bulunmayan bir izin belgesi elimize geçti. Buna yanlışlık denebilir. Ama bu yanlışlık şurada, burada çalışan komite üyelerinin çabalarının sonucu olarak ortaya çıkmıştı.
Bu belgeye göre izinli olarak İzmir'e gidebilecektim. İşin içinde bir yanlışlık olduğunun meydana çıkabileceğini anlıyordum. O sıralarda Selanik'te topçu müfettişi olarak bulunan Şükrü Paşa'nın çok vatansever biri olduğundan söz ediliyordu. Kendisine bir mektup yazdım. Kendisine kendimi ve amacımı az çok anlattım. Bu amaçların en kısa sürede gerçekleşmesi Makedonya'ya gitmeme bağlıydı. Kendisi hakkında duyduklarım doğruysa Makedonya'ya gitmeme aracılık etmesini rica ettim. Doğrudan doğruya yanıt vermedi. Ama, herhangi bir yoldan Selanik'e gidersem sorunun çözümlenebileceği dolaylı olarak bildirdi.
İzin belgesini cebimize koyduk. Makedonya'ya gitmek üzere hareket ettim. Ama, hareketten sonra işin ortaya çıkması olasılığına karşı önlem olmak üzere, izimizi kaybettirmek amacıyla önce Mısır'a, sonra Yunanistan'a gittim. Eğer bir bilgi edinilirse oralardan geçerken Yafa'dan bildireceklerdi. Hiçbir şey yazmadılar. Kılık değiştirip takına adla Selanik'e girdim. Bir gece Şükrü Paşa'yı gördüm. Benimle temastan çekiniyordu. Ben ciddi bir dayanak noktası bulamaksızın dört ay Selanik'te kaldım. O arada okul müdürü Tahir Bey, Hoca İsmail Efendi, Ömer Naci, Hüsrev Sami (-), Hakkı Baha gibi arkadaşlara amaçlarımızı anlattım. Hürriyet Cemiyetinin bir şubesini kurdum. İstanbul Selanik'te bulunduğumu öğrenerek kovuşturmaya başladı. Oradan yine kılık ve ad değiştirerek Yafa'ya geçtim. O zamanlar bir Akabe sorunu vardı. Kendimi hemen sınırda görevlendirttim. Arandığımda sınırda ortaya çıktım.
Toplam olarak iki buçuk, üç ay Suriye'de kaldım. Bu süre içinde her şey unutulmuştu. Makedonya'ya naklim için resmi olarak başvurdum. Amacım gerçekleşti.
Mustafa Kemal 1881 yılında bu evde doğdu. Bu fotoğraf Atatürk'ün ölümünden çok
kısa bir zaman önce çekilmiştir.
Meşrutiyetten sonra herkes ortaya çıktı. O zamana kadar saf ve temiz bir çalışma içindeydik. Ben herkesi böyle biliyordum. Kişisel gösterileri çirkin buldum. Bazı arkadaşların davranışlarını eleştirilmesi gerekir gördüm. Eleştirmekten de kaçınmadım.
Bu kötülükleri ortadan kaldırmak için ilk düşündüğüm önlem ordunun siyasetten çekilmesi görüşüydü. Öbür arkadaşlar bunu uygun görmüyorlardı. Derken Mart 31 Olayı (-) oldu. Bu olay üzerine Makedonya'dan giden birliklerin ve bunlara Edirne'den katılan kuvvetlerin kurmay başkanı olarak İstanbul'a gittim. Başlangıçta komutan Hüsnü Paşa'ydı. Hareket Ordusu adını ben buldum. O zaman anlamını kimse anlamamıştı. Konu şundan ibaretti: İstanbul'a seslenecek bir bildiri yazmak gerekti. Bunu ben yazdım. Sonra Elçilere seslenen ikinci bir bildiri yazdık. Buna ne imza konması gerektiğini düşündük. Bazı arkadaşlar "Hürriyet Ordusu" dediler. Oysa tüm ordu hürriyet ordusu durumundaydı. Hareket halinde olan orduların durumunu göstermek için "Hürriyet Ordusunun Operasyon Kuvveti" denildi. Ben "operasyon" sözcüğünün Türkçe’ye çevirisini düşünerek "Hareket Ordusu" adını kullandım.
Mart 31 olayı çözümlendikten sonra yine Selanik'e döndüm. Ordunun Cemiyetten ayrılması ve siyasetle uğraşmaması görüşünü bu kez daha kuvvetli ileri sürmeye başladım. Meşrutiyetin (-) ilanından sonra örgüt kurmak üzere Trablusgarp'e gönderilmiştim. Orada her seferinde İttihat ve Terakki kongrelerine delege seçiliyor, ama gitmiyorduk. Birinde yalnız bu amacı anlatmak için gittim. Amacımı kabul ettirdim. Ancak başarı sadece kongrenin o günkü kararında kaldı, uygulamayı geçirilemedi. İttihat ve Terakki'nin bazı kişileriyle meşrutiyetten sonra aramızda beliren görüş ayrılıkları giderek şiddetlendi ve ilişki bu noktada kaldı. Bundan sonra yeni ordu örgütlenmesi yapıldı. İzzet Paşa Genelkurmay Başkanı oldu. Ben bu örgütlenmeye Selanik Kolordusu kurmayına küçük rütbeli bir subay olarak katıldım. Henüz Kıdemli Yüzbaşı rütbesindeydim. Orduda talim ve terbiye işleriyle uğraşıyordum. Bu bakımdan yazılı ve sözlü birçok eleştiriler yapma zorunluğu doğuyordu. Bu eleştiriler özellikle eski komutanları incitiyordu. Bunun için, benim uygulamadan çok kuramcı oluşumdan ileri geldiğini düşünerek cezalandırmak amacıyla 38. Piyade Alayına komutan yaptılar. Bu atama öfke yüzünden bana yardım yerine geçti. Alay Komutanlığı yaptığım sırada Selanik'teki garnizonun tüm birlikleri alayın tatbikatlarına kendiliklerinden katılmaya başladılar. Konferanslarıma öbür subayların da katıldıkları görüldü. O vakit Selanik'teki bu olaylardan kuşkulanmaya başladılar. Beni Mahmut Şevket Paşa aracılığıyla İstanbul'a çağırdılar. Genelkurmay Başkanlığında bir göreve atadılar.
Selanik'te bulunduğum sırada Arnavutluk harekatıyla uğraşmıştım. Önce Şevket Turgut Paşa görevliyken daha sonra Mahmut Şevket Paşa işi doğrudan doğruya ele almıştı. Beni de Kurmay Başkanı olarak beraberinde götürdü. İstanbul'a çağırıldığım sıralar İtalyanlar Trablusgarp'e saldırdı. Ben de ad ve kılık değiştirerek bazı arkadaşlarla birlikte Mısır'a, oradan Bingazi taraflarına gittim. Bir yıl kadar süren savaş sırasında Bingazi kuvvetleri komutanlığında bulundum.
Asıl ülkede de Balkan Savaşı (-) başlamıştı. Bulgar ordusu Çatalca hattına ve Bolayır'ın kuzeyine geldiği bir sırada İstanbul'a döndüm. O yılın sonunda Birinci Dünya Savaşı (-) ilan edildi. O sırada Tekirdağ'da yeni kurulan 19. Tümene komutan olmak için başvuruda bulundum ve komutan oldum. Arıburnu'da, Anafarta'da bulundum. İngilizler çekilip gittikten sonra bir ay Edirne'de 16.Kolordu ile kaldım. Sonra Kolordu Komutanı olarak Diyarbakır ve çevresine gittim. Orada yaptığımız önemli muharebelerden biri Bitlis ve Muş'un Ruslardan geri alınmasıdır.
asd:c.V-s.113-114/13.3.I926/Falih Rıfkı (Atay) ve Mahmut Bey'e, mülakat. Bk.Atatürk- Nutuk:Olaylar Ansiklopedisi m.182
Selanik'te Bir Ev
-"Çocukluğumdan beri bir huyum vardır: Oturduğum evde ne kızkardeş, ne de ahbapla beraber olmaktan hoşlanmazdım. Ben yalnız ve bağımsız yaşamayı çocukluktan çıktığımdan beri hep yeğlemiş ve sürekli olarak öyle yaşamışımdır. Bir garip yanım daha var: ne ana -babam çok erken ölmüş-, ne kardeş, ne de en yakın akrabamın kendi zihniyet ve anlayışına göre bana şu ya da bu konuda salık vermesine ve öğütte bulunmasına katlanamazdım. Aile içinde yaşayanlar pekala bilirler ki sağdan, soldan pek temiz ve içtenlikli uyarılardan uzak kalamazlar. Bu durum karşısında iki değişik davranıştan birini seçme zorunluğu vardır: Ya söylenene uymak ya da bu uyarı ve öğütleri hiçe saymak. Bence ikisi de doğru değildir. Uyma nasıl olur? En azından 20-25 yaş büyük olan anamızın uyarılarına boyun eğmek geçmişe dönüş demek değil midir? Başkaldırmaksa, erdemine, iyi niyetine, üstün kadınlığına inandığım anamın kalbini kırmak, anlayışlarını altüst etmektir. Bunu da doğru bulmam.
Bununla birlikte anamın ve kızkardeşimin devrim konularında bana inandıklarını ve destek verdiklerini bu münasebetle belirtmeliyim. Biz Selanik'te, bildiğiniz tarihlerde, dış anlamının ne olduğunu pek bilmem ama, gerçek özveriyle komitacılık yapıyorduk. Meşrutiyet'in (-) ilanından çok önce bizim evde bir toplantı yapmıştık. Katılan arkadaşlardan biri -ki, şehit oldu ya da öldü, kendisini saygıyla anarım Kamil Bey adında bir süvari subayıydı. Şişmanca bir zat... Çok paralar toplamışlardı, mecidiyeler ve gümüş paralar ... Bizim görüşme yaptığımız odaya bakan hizmetçi bunu anama haber vermiş. Yukarıda paralar, bahisler, tartışmalar ve planlar var anlamına birtakım şeyler söylemiş. Anam hasta, yaşlı. Yatağından kalkmış, bizim bulunduğumuz odanın kapısına kadar gelmiş ve bir ölçüde ne konuştuklarımızı dinlemiş, yeniden odasına dönmüş. Birtakım kararların alınmasından sonra arkadaşlarım ayrıldılar. Ardından uyumakta olduğunu sandığım anam yanıma geldi ve bana dedi ki:
-"Çocuğum, bir şeyi anlamak istiyorum, sen ve arkadaşların yedi evliya gücündeki Padişah'a baş mı kaldırıyorsunuz?"
Anama ne düşündüğümü, ne yaptığımı söylemek istemiyordum. Ama o geceki toplantımızı görmüş ve anlamış olmasından sonra anamdan ve kızkardeşimden gerçeği gizlemeye gerek görmedim. Tersine onları aydınlatmayı yeğledim:
-"Evet anne, dedim, senin yedi evliya gücünde saydığın o adam hiçbir güce sahip değildir. Biz burada toplanan insanlar ülkeyi bu zalimlerden kurtarmak istiyoruz. Senin aklın buna ermeyebilir. Ya da evladın olduğumu unutarak gider evliyalara kavuşursun.
Anam o vakit dedi ki:
-"Evladım, siz acemisiniz. Madem ki böyle şeylerle uğraşıyorsunuz, bana yaptığınız işler hakkında bilgi verin. Çok dikkat etmelisiniz. Başarıya ulaşmak zordur. Yok olmak daha doğaldır. Ne yapayım, tek erkek evladımsın. Senin yok
olmanı istemiyorum. Bu gücüme gidiyor." -"Anne, dedim, bu işler almış yürümüştür. Ben namuslu bir adam olarak bu işlerin içinde bulunmak zorundayım. Beni bundan alıkor musunuz?" -"Hayır evladım, dedi, bir gün bu işler olduktan sonra seni namuslu ve onurlu olanlarla birlikte görmezsem işte o zaman kederlenirim. Ben senin kadar okumadım, senin kadar bilmem. Seni, gördüğün, anladığın şeyleri yapmaktan alıkomam. Yalnız dikkat et, önemli olan başarıya ulaşmaktır, başarılı olmaya çalış."
asd:c.V-s.113-114/13.3.I926/Falih Rıfkı (Atay) ve Mahmut Bey'e, mülakat. Bk.Atatürk- Nutuk:Olaylar Ansiklopedisi m.182
*************************************************************
Türk Ordusu Türk İstiklalini Kurtaracaktır (1911)
1911 sonbaharında Selanik'te, Karaferiye yönünde yapılan atlı seyahat tatbikatının sonunda Vardar'daki akşam yemeğinde Alay Komutanı von Andertin'in: "Arnavutluk isyanını bastıran Osmanlı Ordusu şerefine içiyorum" diye kadeh kaldırması üzerine Mustafa Kemal aşağıdaki konuşmayı yapmıştır: - Türk Ordusu için dahili kavgada muvaffak olmak bir zafer değildir. Ve bu hadisenin şerefine memleketi seven bir adam ve Türk zabiti sıfatiyle sevinip kadehimi kaldıramam. Bundan ancak elem duyabilirim. Arkadaşlar, bana dikkat edin, sözlerime kulak verin. Osmanlı Ordusu değil, Türk Ordusu bir gün gelecek, Türk varlığını, Türk istiklalini kurtaracaktır. İşte asıl o vakit sevineceğiz, iftihar edeceğiz, işte o vakit Türk Ordusu vazifesini yapmış olacaktır.
(Tevfik Bıyıklıoğlu, Yakınlarımdan Hatıralar, s.81)
********************************************************
Selanik'teki Evi Doğduğum ev hakkında
Selanik Belediye Meclisi'nin gönül alıcı girişimini bildirmek için gönderdiğiniz telgraftan son derece duygulandım. Selanik Belediyesinin lütufkar düşüncesi beni derinden etkiledi. Size yürekten teşekkür eder ve bu dostça kararı sizinle birlikte esinleyenlerin hepsine de içten sevgimin iletilmesine tercüman olmanızı rica ederim.
asd:c.IV-s•581/24.4.1937/Selanik Belediye Başkanı B.Marcuriu'ya, doğduğu evin kendisine armağan edilmesine teşekkür telgrafı.
*************************************************************************
Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'nin Selanik Şubesini Kurarken (1906)
Bu gece burada sizleri toplamaktan amacım şudur: Ülkenin yaşadığı vahim anları sizlere söylemeye gerek görmüyorum. Bunu hepiniz biliyorsunuz. Bu bahtsız ülkeye karşı önemli görevlerimiz vardır. Onu kurtarmak tek amacımızdır. Bugün Makedonya'yı ve tüm Rumeli'yi vatan bütünlüğünden ayırmak istiyorlar. Yabancı nüfuzu ve egemenliği ülkeye kısmen ve eylemli olarak girmiştir. Padişah zevk ve saltanatına düşkün, her türlü horlanmaya katlanacak, nefret edilesi bir kişidir. Ulus zulüm ve despotluk altında mahv oluyor. Özgürlük olmayan bir ülkede ölüm ve yok olma vardır. Her gelişmenin ve kurtuluşun anası özgürlüktür. Tarih bugün biz evlatlarına bazı büyük görevler yüklüyor. Ben Suriye'de bir dernek kurdum. Despotlukla mücadeleye başladık. Buraya da bu derneğin esasını kurmaya geldim. Şimdilik gizli çalışmak ve örgütü oluşturmak zorunludur. Sizden özveriler bekliyorum. Kahredici bir despotluğa karşı ancak ihtilalle karşılık vermek ve çağdışı olan çürük yönetimi yıkmak, ulusu egemen duruma getirmek, özetle vatanı kurtarmak için sizi göreve çağırıyorum.
Arkadaşlar, gerçi bizden önce çok girişimler yapılmıştır. Ama başarıya ulaşamadılar. Çünkü işe örgütsüz başladılar. Biz kuracağımız örgütle bir gün kesinkes ve ne pahasına olursa olsun başaracağız. Vatanı, ulusu kurtaracağız.
-Hüsrev tabancanı çıkar, bu masanın üzerine koy, kararımızı yeminle de pekiştirelim.
asd:c. II-s. 1-z/1906/Suriye' den gizlice gittiği Selanik'te, Askeri Rüştiye öğretmenlerinden Hakkı Saha (Pars)'ın evindeki toplantıda.
|
|
Selanik'in ünlü Beyaz Kule'si |
Özgürlük Meydanı |
|
|
|
|
Büyük İskender Takı |
Selanik'ten köylere giden yol |
|
|
|
Vardar Caddesi |
Selanik Limanı ve Beyaz Kule |
|
|
|
|
Beyaz Kule civarında restoran ve kafeler
|
Bir Selanik Ailesi |
|
Vatan Ve Hürriyet Cemiyeti'nin Selanik Şubesini Kurarken (1906)
Mustafa Kemal Suriye'den gizlice Selanik'e gelmiş ve güvendiği arkadaşlariyle, Askeri Rüşdiye öğretmenlerinden Hakkı Baha (Pars)’ın evinde toplanmışlardı. Arkadaşlar, bu gece burada sizleri toplamaktan maksadım şudur: Memleketin yaşadığı vahim anları size söylemeğe lüzum görmüyorum. Bunu cümleniz müdriksiniz. Bu bedbaht memlekete karşı mühim vazifelerimiz vardır.- Onu kurtarmak yegane hedefimizdir. Bugün Makedonya'yı ve tekmil Rumeli kıt'asını vatan camiasından ayırmak istiyorlar. Memlekete ecnebi nüfuz ve hakimiyeti kısmen ve fiilen girmiştir. Padişah zevk ve saltanatına düşkün, her zilleti irtikap edecek menfur bir şahsiyettir. Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmıyan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun anası hürriyettir. Tarih bugün biz evlatlarına bazı büyük vazifeler tahmil ediyor. Ben Suriye'de bir cemiyet kurdum. İstibdat ile mücadeleye başladık. Buraya da bu cemiyetin esasını kurmağa geldim. Şimdilik gizli çalışmak ve teşkilatı taazzuv ettirmek zaruridir. Sizden fedakarlıklar bekliyorum. Kahhar bir istibdada karşı ancak ihtilal ile cevap vermek ve köhneleşmiş olan çürük idareyi yıkmak, milleti hakim kılmak, hulasa vatanı kurtarmak için sizi vazifeye davet ediyorum.
Oda içinde derin bir sükut hasıl olmuştu. Lambanın solgun ziyaları içinde Mustafa Kemal'in mehip sesinin akisleri hala dalgalanıyordu. Ömer Naci ayağa kalkarak, Mustafa Kemal'in hitabesine karşı o tatlı şivesiyle: "Mustafa Kemal, arkandayız, seni takip edeceğiz. Ölümler, cellatlar, işkenceler bile bizi bu azmimizden çeviremiyecektir. Hürriyet verilmez, o ancak alınır. Zulum ve istibdat altında inliyen bu masum ve biçare milleti kurtaracağız, Yaşasın hürriyet ve ihtilal!" sözleriyle derin sükutu ihlal etmişti. Mustafa Necip, inkılabın o fedakar evladı, gizli hıçkırıklarla yanımda göz yaşlarını zaptetmeğe çalışıyordu. Mustafa Kemal tekrar söze başladı: Arkadaşlar! dedi, gerçi bizden evvel bir çok teşebbüsler yapılmıştır. Fakat onlar muvaffak olamadılar. Çünkü teşkilatsız işe başladılar. Biz kuracağımız teşkilat ile bir gün mutlaka ve behemehal muvaffak olacağız. Vatanı, milleti kurtaracağız.
Bu hitabeden sonra teşkilat işi görüşüldü. Nihayette Atatürk bana bakarak:
- Hüsrev, tabancanı çıkar, bu masanın üzerine koy, kararımızı yemin ile de teyit edelim
dedi.
Taşıdığım brovnik tabancasını masanın üzerine koydum. Hepimiz ellerimizi bu tabancanın üzerine koyarak ölünceye kadar bu mukaddes dava uğrunda çalışacağımıza and içtik.
Kızıldoğan, Husrev Sami: Vatan ve Hürriyet = İttihat ve Terakki, Belleten, Sayı: 3- 4 s. 6]9 - 655.
*********************************************************************************
Selanik
Arkadaşlar, Selanik'te Hürriyet Meydanı denilen bir meydan vardır. Tanınmış bazı yerler de bu meydanın çevresinde toplanmıştır: Olimpos Palas, KristaL, Yonyo vb. Bir gece Yonyo'nun mahşer gibi kalabalık, büyük salonunun bir köşesinde, küçük bir merdivenle çıkılır bir özel oda olduğunu haber aldım ve oraya çıktım. Küçük, zarif bir salondu ve ağız ağıza doluydu. Salonda bir masaya yaklaştığımı anımsarım. Bu masada ihtilalci kişiler varmış. Rakı ve bira içildiğine dikkat ettim. Masanın çevresinde toplananlar çok vatanseverce konuşuyorlardı. Devrim yapabilmek için büyük adam olmaktan söz ediliyordu. Herkeste büyük adam olma hevesi vardı. Ama, büyük olabilmek için insan nasıl ve kimin gibi olmalı?
İçlerinden biri bağırdı: "Cemal Paşa gibi olmak isterim!" Sofradakilerin hepsi "Bravo, dediler, Cemal gibi..." Sonra hiçbirini tanımadığım bu kişiler hep birden bana döndüler. Ben durgun ve gözümü kırpmadan kendilerine baktım. Benim tavrımdaki ve durgunluğumdaki anlama dikkat eden yoktu. Benim onlardan daha çok, her gün, her gece temas ettiğim Cemal hakkındaki kendi görüşlerini doğrulamamı bekliyorlardı. Ben, bilmem neden, bu kişilere söyleyecek doyurucu bir şey bulamadım. Ama, içimden şu düşünce geçti: "Bir adam ki büyük olmaktan söz eder, benim hoşuma gitmez. Bir adam ki ülkeyi kurtarmak için önce büyük adam olmak gerekir, der ve bunun için bir de örnek seçer, onun gibi olmayınca ülkenin kurtulamayacağı kanısındadır, bu, adam değildir."
Bunları düşünürken sofra arkadaşlarımı memnun edemediğimi hissettim. Kuşkusuz benim hakkımdaki hükümleri olumsuzdur ve bu hükümlerini akla uygun bir biçimde açıklayabilmek için şöyle diyebilirlerdi: Bu acemi efendi galiba kendisini öylesine büyük görüyor ki, o yüzden görüş alanı öylesine daralmıştır ki artık büyüklüğü göremez hale gelmiştir. Bu adam arkadaşımız olamaz. O gece sofranın mahmurluğu içinde iki anlayış belirdi: Biri olumlu, biri olumsuz. Bir anlayışa göre önce büyük olmak, sonra ülkeyi kurtarmak gerekir. Öbür anlayışa göre büyük adam lafla olmaz. Önce ülkeyi kurtarmalı, ondan sonra bile büyüklük söz konusu değildir.
Arkadaşlar size bu hikayeyi bugünkü duygumla, bugünkü deneyimimle söylemiyorum. Yonyo'nun özel odasındaki gözlemimin bana verdiği fikir buydu.
Bir gün Cemal Bey Selanik gazetelerinden birine imzasız bir başyazı yazmış. Birlikte çalıştığımız daireden çıkıp tramvaya binmiş Olimpas'a gidiyorduk. Cemal Bey'in elinde o gazete vardı, bana uzatıp dedi ki:
-Bu başyazıyı okudunuz mu?
-Hayır.
-Oku, dedi.
Okudum. "-Nasıl?" diye sordu.
-Sıradan bir gazetenin sıradan bir yazısı, dedim.
-Amma yaptın haa, bunu ben yazdım.
Cevap verdim: "-Affedersiniz, bilmiyordum, yazmamış olmanızı isterdim." Ve ekledim: "Cemal Bey, şu ya da bu biçimde, siz birtakım kuş beyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz. Bunun hiçbir değeri ve önemi yoktur. Siz, içinde bulunduğunuz durumu değerlendiriniz. Ve önce kabul ediniz ki, biraz özverili olmak gerekir. Eğer şunun, bunun beğenisinden kuvvet alma küçüklüğüne düşerseniz, bugününüzü bilmem, ama geleceğiniz çürük olur- çünkü bizim henüz gerçekle yüzyüze gelmemiş geniş çevrelerimiz var. Bu çevrelerde henüz Acem hayalleriyle dolu olanlar çoktur. Büyüklük odur ki, hiç kimseye iltifat etmeyeceksin. Hiç kimseyi aldatmayacaksın. Ülke için gerçek ülkü neyse onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır. Herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda dirençli olacaksın. Önüne sonsuz engeller yığacaklardır. Kendini büyük değil, küçük, zayıf, araçsız, bir hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Ondan sonra sana, büyüksün, derlerse, bunu diyenlere de güleceksin."
Cemal sözlerimi sükunetle dinledi, bana hak verdi. İmzasız başyazısını eleştirmemden doğan üzüntüsü geçmiş göründü.
asd: c. V-,s.111-113/13.3.1926/Falih Rıfkı Atay'a mülakat.
***************************************************************************
Selanik-Makedonya
1905'te Şam'daki otuzuncu süvari alayına staj yapmaya gönderdiler. Suriye' deki kıta hayatım daha sonraki siyasal yaşantım için değerli gözlemlerle geçti. Devlet yönetiminin kötülüğÜnü, ordunun yetiştirilmesindeki eksikliği, halkın kötü yönetim yüzünden çektiği zorlukları ve sıkıntıları burada yakından gördüm. Fırsat buldukça Suriye'nin her tarafını dolaştım. Havran ve Küneytara' da dürzilerle çıkan anlaşmazlıkların bastırılmasında bulundum. Otuzuncu süvari alay komutanı Lütfi Bey isimli bir zattı. Komutanla dürzi ayaklanması sırasında ahbap olmuştum. Şam'a dönünce 1906 Ekim'inin bir gecesi Alay Komutanı Lütfi, kurmay yüzbaşı Müfit ve doktor Mahmut ile beraber tüccar Mustafa adıyla anılan birisinin evinde toplanarak "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"ni kurduk. Cemiyetin Suriye ve yöresinde örgütlenme görevini ben üstlendim. Çeşitli askeri birliklerde staj yapmak bahanesiyle Beyrut, Yafa ve Kudüs'e giderek bu örgütlenmeyi sağladım. Ama Suriye'deki çalışmalar istenilen düzeye ulaşamadı. Makedonya'da daha çabuk başarılabileceğini düşündüğümden oraya gitme çareleri aramaya başladım.
O sırada bir yanlışlık sonucu olduğundan kuşku olmayan bir izin kağıdı elimize geçti. Buna yanlışlık denebilir. Fakat bu yanlışlık şurada burada çalışan komite çalışmaları sonucu meydana gelmişti. Bu izin kağıdına göre İzmir'e gidebilecektim. İşin içinde bir yanlışlık olduğunun ortaya çıkacağını umuyordum. Fakat o sırada Selanik'te topçu müfettişi bulunan Şükrü Paşa'nın çok yurtsever bir kişi olduğunu söylüyorlardı. Kendisine bir mektup yazdım. Kendimi ve amacımı az çok açıkça anlattım. Bu amacımın çabuk gerçekleşmesi için Makedonya'ya gitmem gerekiyordu. Yardım etmesini rica ettim. Doğrudan doğruya cevap vermedi. Fakat ne yoldan olursa olsun Selanik' e gidersem, yardımcı olacağını bir aracı ile bildirdi. İzin kağıdını cebime koydum. Makedonya'ya gitmek için yola çıktım.
Ancak işin meydana çıkabileceğini düşünerek izimi belli etmemek için ilk önce Mısır'a, sonra Yunanistan'a gittim. Şayet bir haber alırlarsa oralardan geçerken Yafa'dan bildireceklerdi. Hiç bir şey yazmadılar. Gizlice Selanik' e girdim. Beni kurmay yüzbaşı Tevfik Bey karşılamıştı. Gümrükten ve sorgulamadan merkez komutan yardımcısı yüzbaşı Cemil Bey yardımıyla geçebilmiştim. Önce eve annemin elini öpmeğe gittim, gelişimden annem kuşku duymuş, üzülmüştü. Ben de kuşkulu idim, onun için bir kaç gün sokağa çıkmadım. Daha sonra Suriye'den mektup yazarak yardım istediğim Şükrü Paşa'yı görmeye gittim. Fakat Paşa hiç bir şey yapamayacağını bildirerek bende düş kırıklığı yarattı. Bunun üzerine Selanik'te kalma süremi uzatmak için yollar aramaya başladım. Nihayet ordu sağlık işleri başkanı İskender Paşa'nın yardımıyla dört aylık rapor alarak Selanik'te çalışmak için süre kazanmış oldum.
Selanik'te Şair Ömer Naci, Hüsrev Sami ve diğer arkadaşlarımı Bursalı Hakkı Baha Bey'in evinde toplayarak onlara şöyle dedim:
"Bu gece sizleri burada toplamaktaki maksadım şudur; Memleketin yaşadığı vahim anları size söylemeye lüzum görmüyorum. Buna cümleniz müdriksiniz. Bu bahtsız memlekete karşı mühim vazifelerimiz vardır. Onu kurtarmak yegane hedefimizdir. Bugün Makedonya'yı, bütün Rumeli kıtasını vatan camiasından ayırmak istiyorlar. Memlekete ecnebi nüfüz ve hakimiyeti kısmen ve fiilen girmiştir. Padişah, zevk ve saltanatına düşkün, her kötülüğÜ yapabilecek bir şahsiyettir. Millet zulüm ve baskı altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çöküş vardır. Her ilerlemenin ve kuruluşun anası hürriyettir. Tarih bugün biz evlatlarına bazı büyük vazifeler yüklüyor. Ben Suriye'de bir cemiyet kurdum. Zulüm ve baskı ile mücadeleye başladık. Buraya da bu cemiyetin esasını kurmaya geldim. Şimdilik gizli çalışmak ve teşkilatı canlandırmak zaruridir. Sizden fedakarlık bekliyorum. Kahredici bir baskıya karşı ancak ihtilal ile cevap vermek ve köhneleşmiş olan çürük idareyi yıkmak, milleti hakim kılmak, kısaca vatanı kurtarmak için sizi vazifeye davet ediyorum".
Arkadaşların tasdiki üzerine yeniden söz alarak, "gerçi bundan evvel bir çok teşebbüsler yapılmıştır. Fakat onlar muvaffak olamadılar. Çünkü teşkilatsız işe başladılar. Kuracağımız teşkilat ile bir gün mutlaka ne yapıp yapıp muvaffak olacağız. Vatanı, milleti kurtaracağız", dedim. Sonra ortaya bir tabanca koyup hepimiz ellerimizi üzerine koyarak ölünceye kadar bu mukaddes dava uğruna çalışacağımıza and içtik. Böylece Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'nin bir şubesini Selanik'te kurmuş oldum. Bu sırada İstanbuL, elde ettiği bazı bilgilere dayanarak bir yandan Yafa'da beni ararken bir yandan da Selanik'te tutuklanmam için emir vermişti. Tutuklanma emrini bana gösteren merkez komutan yardımcısı arkadaşım yüzbaşı Cemil Bey, bu emri bir iki gün oyalayabileceğini bildirince Yafa'ya dönmekten başka çare kalmadığını gördüm.Yafa komutanı Ahmet Bey benim nerede olduğum sorusuna Mısır hududunda kıtalarda inceleme yaptığımı bildirmişti. Gerçekten o sıralarda Akabe sorunu çıkmıştı. Hududun durumu da önemli idi. Yafa'da hiç durmadan yanıma aldığım küçük bir kuvvetle söz konusu konuyu incelemek üzere hududa gittim.
Bir süre sonra topçu stajı yapmak üzere Şam'a gönderildim. Staj sonunda kolağası (kıdemli yüzbaşı) rütbesine yükselerek 20 Haziran 1907' de Şam' daki ordu kurmay heyetine atandım. Bir süre bu görevde kaldıktan sonra aynı yılın Eylül ayında Makedonya'daki üçüncü orduya atandım. Selanik'te kalmam uygun bulunduğundan orada bırakıldım. Selanik'te kurduğumuz Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'nin İttihat ve Terakki içinde eridiğini gördüm. Bir yandan Ordu Kurmay Heyeti'nde çalışırken öbür yandan da İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde çalışmaya başladım. Bu sırada Selanik, Üsküp demiryolları müfettişliği görevi de verilmişti. Bu görev bana o yörede bulunan örgütlerle iş görme olanağı sağladı. İttihat ve Terakki içinde çalışıyor, sık sık arkadaşlarla buluşuyorduk. Bir gece bizim evde arkadaşlarımla bir toplantı yaptık. Annem haberdar olup kapıdan bir süre bizi dinlemiş, odama yanıma geldi ve sordu:
- çocuğum bir şeyi anlamak istiyorum.
Sen ve senin arkadaşların yedi evliya gücündeki padişaha isyan mı ediyorsunuz?
- Evet anne. Senin yedi evliya gücünde zannettiğin adam hiç bir güce sahip değildir. Biz burada toplanan insanlar, ulusu bu acımasızlardan kurtarmak istiyoruz. Senin aklın buna ermeyebilir, yahut evladın olduğumu unutarak, gider evliyalara kavuşursun, sözleriyle annemin sorusunu cevapladım. O vakit annem dedi ki:
- Evladım siz toysunuz. Mademki böyle işlerle uğraşıyorsunuz, beni haberdar et ve gizli şeylerin varsa bana ver. Çok dikkat etmelisiniz, başarı zordur, mahvolmayı dahi tabii kabul etmek gerekir. Ne yapayım tek erkek evladımsın, senin mahvolmanı düşünmek bile istemiyorum, bu çok gücüme gidiyor.
- Anne bu işler almış yürümüştür. Ben namuslu bir adam olarak bu işlerin içinde bulunmak zorunluğundayım. Beni bundan yasaklar mısın?
- Hayır evladım. Bir gün bu işler olduktan sonra, seni namus ve haysiyet sahibi olanlarla görmezsem, işte o zaman mutsuz olurum. Ben senin kadar okumadım, senin kadar bilmem, seni de anladığın gördüğün şeyleri yapmaktan yasaklamaya da kalkışmam. Yalnız dikkat et, esas, başarılı olmaktır. Başarılı olmaya çalışınız.
Bir süre sonra 23 Temmuz 1908'de Meşrutiyet ilan edilmişti. Ben bu devrim ile birlikte yurtta büyük ve köklü bir değişiklik yapılmasının gerektiğine inanıyordum. Fakat benim görüş ve düşüncelerim İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenlerine uymuyordu. Meşrutiyet'ten sonra herkes meydana çıktı. O zamana kadar saf ve nezih çalışılıyordu. Ben herkesi öyle biliyordum. Kişisel gösterileri çirkin buldum. Bazı arkadaşların tutumlarını eleştirmeyi uygun bulup eleştirmekten çekinmedim.
Bu fenalıkları yok etmek için ilk düşündüğüm tedbir ordunun siyasetten çekilme düşüncesi idi. Bunu öteki arkadaşlar doğru bulmuyorlardı. Bunun üzerine siyasetle ilgimi keserek bütün varlığım ile askerin eğitimi için uğraşmaya başladım.
Meşrutiyet'in ilanından pek az sonra Meşrutiyet'in ilanına karşı gösterilen tepki ve ayaklanmayı bastırmak üzere Trablusgarb'a gönderiliyordum.
**************************************************************
SELANİK
SARP DAĞLARI, sel gibi akan ırmaklarıyla Makedonya, Osmanlı İmparatorluğu içindeki çeşitli milletlerin bir yandan rastlaşıp karıştıkları, bir Yandan da kendilerine özgü farklı yaşayışlarını sürdürdükleri bir yerdi. Buraya Türklerin, beş yüzyıldan beri Doğulu, Batılı bir sürü ırkı birarada tutmak için uyguladıkları gevşek, fakat etkili organizmanın küçük bir örneği denebilirdi. Makedonya, Osmanlıların 'Rumeli' diye adlandırdıkları, Bizanslı Rumlarınsa eskiden 'Romalıların diyarı' dedikleri Avrupa Türkiyesi'nin tam ortasındaydı. Makedonyalılar, Müslüman, Hıristiyan ya da Musevi; Türk, Yunan, Slav, Ulah ya da Arnavut, hepsi ülkelerinin toprak yapısının ve en soğuktan en sıcağa kadar değişen ikliminin gerektirdiği disiplinle sertleşmiş, sağlam, dayanıklı insanlardı. Batı uygarlığı bunların üzerinde içten ve dıştan yumuşatıcı bir etki yapabilmiş; ama, Makedonyalılar yine, bu birbirine karşıt unsurlardan dolayı, kişisel özgürlüklerine sımsıkı bağlı kalmışlardı.
Mustafa Kemal bir Makedonyalıydı. Doğum yeri, vilâyetin denize açıldığı kozmopolit bir liman olan Selanik, doğum tarihi ise 1881'di. Hıristiyanların Müslümanlara ve Yunanlılara, Slavların Türklere ve birbirlerini karşı ayaklandıkları, Rumeli'nin tümünü oluşturan çeşitli unsurların biriminden kopup dağıldıkları bir tedirginlik çağı. Milli duyguları kabarmış ulan bu topluluklar, İmparatorluktan silkinip kurtulmaya ve ülkeyi Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan yararına olarak kesip biçmeye çalışıyorlardı. Yayılma isteği peşinde koşan Büyük Devletler, birbirlerine rakip Rusya ve Avusturya - Macaristan imparatorlukları, bitişik sınırları arkasında entrikalar çeviriyor, uydularını ayaklandırıyor, vakti gelince harekete geçip bölgeyi istilâ için hazırlık yapıyorlardı. İngiltere toprak kazanmak için değilse bile, daha doğudaki sömürgeleriyle olan ulaşım yollarını koruyabilmek için bir kuvvet dengesi kurmak çabasındaydı. Böylece Mustafa'nın doğduğu sıralarda, bir zamanlar Batı nasıl Doğu'nun önünde dize gelmişse, Doğu da Batı'nın önünde dize geliyor ve Osmanlı İmparatorluğu, gerileyiş ve çöküşüne doğru hızla kayıyordu.
O zamana kadar İmparatorluğun karşılaştığı baskı kendi sınırlarının içinden gelmişti. Ama Mustafa'nın doğuşundan dört yıl önce, 1877'de bu baskı dışarıdan kendini gösterdi. Akdeniz'e doğru yayılmak konusundaki Pan-Slav rüyalarının peşinde koşan Ruslar, sınırı aşarak İstanbul'un dış mahallelerine kadar ilerlediler. Burada onları ancak İngiliz donanması durdurabilmişti. Büyük devletlerin işe karışması sonucu Ayastafanos'ta (1)bir anlaşma imzalandı. Bu, aslında en başta Bulgaristan'ın yararına olarak, Türkiye'nin Avrupa'daki topraklarının parçalara bölünmesi demekti. Ama, bu da, 'Düveli Muazzama'nın (2) işine gelmedi. İngiltere ile Avusturya, Rusya'nın Avrupa'ya bu kadar yayılmasından telâşa düştüler. 1878'deki Berlin Kongresinde, en çok Disraeli'nin etkisi ile, karar değiştirildi ve buna karşılık Rusya'ya Doğu'da birtakım haklar tanındı. Böylece Rumeli, yeni bir yaşama hakkı kazanıyordu, ancak temeli çürük bir hak. Çünkü yanı başında komşu olarak daha küçük, ama daha şamatacı bir Bulgaristan ve henüz Osmanlı İmparatorluğu içinde olmasına rağmen her an patlamaya hazır bir Makedonya vardı.
(1) Yeşilköy
(2) Büyük devletler.
Mustafa, böylece içeride kargaşalıklar ve dışarıda yabancı tehditler ile kuşatılmış tedirgin bir dünyaya gözlerini açtı. Türk soyundan, küçük bir orta sınıf aileden, Müslüman bir Osmanlı olarak doğmuştu. Makedonyalıların birçoğu gibi kanında bir parçacık Slav -ya da Arnavut- karışımı olup olmadığı hiçbir kanıta dayanmayan bir varsayımdan öteye geçemez. Ama, büyüdükçe renk ve tip bakımından başkalarına pek benzemediği de gözle görülüyordu. Zaten bu kadar kanşık bir ortamda doğan bir çocuğun, ana babasından daha geride hangi ırklarla ilişkisi olduğunu araştırmak boşunadır.
Mustafa'nın babası Ali Rıza Efendi, anası da Zübeyde Hanımdı. Zübeyde Hanım, Bulgar sınırının ötesindeki Slavlar kadar sarışındı; düzgün, beyaz bir teni, derin ama berrak, açık mavi gözleri vardı. Ailesi Selânik'in batısında, Arnavutluk'a doğru, sert ve çıplak dağların geniş, donuk sulara gömüldüğü göller bölgesinden geliyordu. Burası, Türklerin Makedonya'yı ve Tesalya'yı almalarından sonra Anadolu'nun göbeğinden gelen köylülerin yerleştikleri yerdi. Bu yüzden Zübeyde Hanım, damarlarında ilk göçebe Türk kabilelerinin torunları olan ve hâlâ Toros dağlarında özgür yaşamlarını sürdüren sarışın Yörüklerin kanını taşıdığını düşünmekten hoşlanırdı. Mustafa da annesine çekmişti; saçları onun gibi sarı, gözleri onun gibi maviydi. Annesinin, üzerindeki etkisi büyük oldu. Mustafa bu etkıye zaman zaman saygıyla, zaman zaman da başkaldırarak karşılık verdi. Bir halk kadını olan ve bundan başka türlü görünmek de istemeyen Zübeyde Hanım güçlü bir iradeye ve sağlam bir köylü güzelliğine sahipti. Doğuştan akıllı bir kadındı, yalnız yeteri kadar eğitim görmemiş, okuma yazması ancak öğrenebilmişti.
Karısından yirmi yaş daha büyük olan Ali Rıza Efendi'nin daha silik bir kişiliği vardı. Ancak, bir ilkokul öğretmeninin oğlu olduğu için biraz eğitim görmüş ve bu yüzden küçük bir devlet memuru olabilmişti. Gümrüklerde ve Evkaf İdaresinde çalıştı. Mesleğinde hiçbir zaman fazla yükselemedi. Zübeyde Hanım'la evlenmeye talip olduğu sırada, ailesinin istediği ağırlığı bile verememişti. Neyse ki Zübeyde'nin ağabeyisi Hüseyin onun tarafını tuttu da Selanik'te evlendiler. Bundan sonra Ali Rıza Efendi'nin Olimpos dağı eteklerinde görev aldığı bir köye yerleştiler. Gümrükten aldığı azıcık aylıkla zor geçinen Ali Rıza Efendi, bu zengin ormanlık bölgede birçok kişinin keresteden bol para kazandığını görüyordu. Ticaret konusunda hiç tecrübesi olmadığı halde, memurluktan ayrılıp kereste işi yapmaya karar verdi. Tekrar Selânik'e dönerek Cafer Efendi adında birisiyle ortak oldu ve elindeki birikmiş parayı bu işe yatırdı. Başta, işler iyi gitmişti. Ali Rıza Efendi bundan cesaret alarak ailesine daha büyük bir ev yaptırdı. Bu, iki katlı, geniş odalı bir evdi. Arnavut kaldırımı döşeli bir sokağa bakıyordu. Arkada bakımsız bir bahçesi, kızgın güneşe ve meraklı komşulara karşı kafesle örtülmüş cumbaları vardı.
Ancak Ali Rıza Efendi, işe atılmak için tarihin kötü bir anını seçmişti. Bu dağlar, çok eskiden beri Türk Beylerinin baskısından kaçan ve kendilerine yerli Hıristiyanların koruyucusu süsü veren Rum çetecilerle doluydu. Şimdi, Türklerin Ruslara yenilmesi ve vilâyetteki hükümet otoritesinin zayıflaması üzerine işi büsbütün azıtmışlar, açıkça başkaldırıp çapulculuğa girişmişlerdi. Ali Rıza Efendi de bu eşkıyaların sürekli saldırılarının kurbanı oldu. 'Kerestelerini yakarız' tehdidiyle ondan para sızdırıyor, parayı aldıkları halde yine de yakıyorlardı. İşçilerinin gözlerini korkutup ayartıyorlar, kütüklerin kıyıya taşınmasına engel oluyorlardı. Ali Rıza Efendi ormanda eşkıyalarla çarpışmak zorunda kalıyordu. En sonunda, görevi çapulcuları temizlemek olan Selanik jandarma komutanının sözünü dinledi ve zararın neresinden dönülse kârdır, diye bu işten vazgeçti. Makedonya vilâyetinde Türk kanun ve düzeni bu kadar zayıflamıştı. Zübeyde Hanım'ın Ali Rıza Efendi'den beş çocuğu olmuştu. Ama bunlardan yalnız ikisi, Mustafa ile Makbule yaşadı. Ali Rıza Efendi, göreneğe uyarak, Mustafa'nın adını doğduğu zaman kulağına fısıldamıştı. Bu, kendisinin küçükken kaza ile beşiğinden düşürüp ölümüne sebep olduğu bir kardeşinin adıydı. Ataları köle olan bir Arap dadı, Mustafa'ya bakıyor, beşiğini sallarken Bizans, Slav ve Türk melodilerinin bir karışımı olan eski Rumeli türkülerini söylüyordu. Bu türküler ömrü boyunca Mustafa'nın kulağından gitmeyecekti.
Zübeyde Hanım, atalarının geleneksel inançlarına körükörüne bağlı, beş vakit namazında sofu bir kadındı. Gerek kendi ailesi, gerek kocasının ailesi içinde hacılar bulunmasıyla övünürdü. Mustafa'nın da onların yolunu izlemesini, hafız, hattâ hoca olmasını istiyordu. Bunun için de şimdiden mahalle mektebine gidip, dini bütün Müslüman çocukları gibi, Kur'an ilkelerine uygun bir eğitim görmeliydi. Ali Rıza Efendi'nin bu konuda oğluna bir yardımı oldu. Kendisi eğitim bakımından softalığa karşı, açık görüşlüydü. Batıdan özellikle Makedonya'ya sızmakta olan yeni düşüncelere saygı beslediği için, oğlunun Selanik'te ilk açılan ve çağdaş eğitim uygulayan bir okula, Şemsi Efendi özel okuluna gitmesi için ısrar etti. Epey tartışmadan sonra bir uzlaşmaya vardılar. Ali Rıza Efendi, karısının isteğini yerine getirmeye razı olur gibi yaptı ve Mustafa, göreneğe uygun dini törenlerle, Fatma Molla Kadın okuluna gönderildi. Sonradan bunu Mustafa şöyle anlatır:
'Okula gideceğim sabah annem bana beyaz bir entari giydirmiş, başıma da sırma işlemeli bir sarık sararak süslemişti. Elimde yaldızlı bir dal vardı. Sonra hoca efendi, yanında bütün okul çocuklarıyla, evimizin yeşilliklerle bezenmiş kapısına geldi. Duadan sonra anneme, babama ve hocaya temenna ederek ellerini öptüm. Ardından yeni arkadaşlarımın alkışları arasında, sevinçli bir alay halinde şehrin sokaklarından geçerek, caminin yanındaki okula gittik. Oraya varışımızda hep bir ağızdan yeniden dualar okundu, sonra hoca beni elimden tutarak, çıplak ve kemerli bir odaya götürdü, Kur'an'ın kutsal kelâmını orada bana açıklamaya başladı.'
Zübeyde Hanım'ın gönlü yapılmış, konukomşunun gözünde itibarı korunmuştu. Mustafa da okula pek ses çıkarmadı. Ama, Türkler arasında hâlâ çok yaygın olan ve annesinin de gönülden katıldığı Müslüman göreneklerine ve bunların uygulanış şekillerine karşı, içinde şimdiden bir çeşit irkilme doğmaya başlamıştı. Böylece Arapça güzelyazı derslerinden ve sınıfta çocukların bağdaş kurup yere oturarak dizlerinin üstünde yazmalarından hiç hoşlanmadı. Yabancı çocukların bu biçimde oturmadıklarına, yazıyıda böyle yazmadıklarına dikkat etmişti. Günün birinde kalkıp ayakta durdu. Hoca oturmasını emredince de dizlerinin tutulduğunu ileri sürerek sözünü dinlemedi.
'Ne,' dedi hoca, 'bana karşı mı geliyorsun?'
'Evet karşı geliyorum,' diye cevap verdi Mustafa.
Bunun üzerine öteki çocuklar da ayağa kalkarak, 'Biz de hepimiz size karşı geliyoruz,' dediler. Hoca, çocuklarla uzlaşmak zorunda kaldı. Bundan biraz sonra Ali Rıza Efendi, Mustafa'yı mahalle mektebinden alarak Şemsi Efendi okuluna gönderdi. Zübeyde Hanım'ın başta istediği yerine getirilmişti, onun için bu işe artık ses çıkarmadı. Mustafa, yeni okulunda eğitimini oldukça başarılı bir şekilde ilerletti. Mustafa, açık renk saçları, yüzünün daha düzgün çizgileriyle öteki çocuklardan hemen ayrılıyordu. Onlar sokakta aşık atar, meyva çekirdekleriyle oynarken o, kendilerini büyük bir insan gibi, ağırbaşlılıkla seyrederdi. Aralarına hiç karışmazdı. Bir gün onu da birdirbir oynamaya çağırdılar kambura yatmayı kabul etmedi. Ayakta dururken üzerinden atlasınlar diye çocuklara meydan okudu. Ötekilerden uzak durur, mağrur davranır, üstünlük taslardı. Ufacık bir hakaret belirtisine karşı hemen tepki gösterirdi.
Şimdi artık daha iyi tanımaya başladığı işlek bir ticaret şehri olan Selanik, Mustafa'nın çocukluğu, delikanlılığı ve daha sonra da gençliği üzerinde biçimlendirici bir etki yapacaktı. Dağ eteklerinden yukarıya doğru tırmanan büyük, durgun körfezinin sularına yayılan Selanik, çevresindeki Roma, Bizans ve Türk surlarının sınırlarını çoktan aşmış, çağdaş Batı ölçüsündeki rıhtım ve bulvarları boyunca gelişmeye başlamıştı. Coğrafya durumu ve bundan doğan tarihi, ona kozmopolit bir şehir niteliği vermişti. Yıkık istihkamlarının üzerindeki karmakarışık çatıların arasından minareler ve çan kuleleri yükselirdi. Halkı, kat kat yaşar gibiydi. Müslüman mahallesi en yukardan, tepeyi çevreleyen Ortaçağ surlarından başlar, Arnavut kaldırımlı dik, dolambaçlı sokaklardan meydana gelen bir labirent halinde aşağıya doğru inerdi. Bunun altında ve limanın çevresinde, nüfusun aşağı yukarı yarısını oluşturan Museviler otururlardı. Bunlardan 'Dönme' denilen bir kısmı Müslümanlığı kabul etmişlerdi. Rum mahallesi, ikisi arasında, şehrin merkezini kaplar; çevresinde de denizle dağ arasında çeşitli yönlere doğru Bulgar, Ermeni, Ulah ya da Çingenelerin ve en önemlisi her milletten Frenkler'in mahalleleri uzanırdı. 'Frenkler,' İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya ve Portekiz'in zengin tüccarlarıyla güçlü konsoloslarıydı.
Tepenin eteklerinde, Rum kiliselerinin çan seslerini duyabilecek kadar yakınında oturan Mustafa, böylece yabancıların yaşama tarzına alışarak, onları uyanık ve ihtiyatlı bir şekilde değerlendirmesini öğrenerek büyüdü On sekizine gelmeden, Selânik'e trenin ilk kez girişini görecek ve bu burnundan soluyan çelik canavarın yarattığı heyecanı paylaşacaktı. -Şehrin yerlilerinden biri, 'Yüzyıl sona ermekteydi,' diye yazar, 'Batı, usul usul içeri sokularak, bankalarıyla Doğu'yu ayartmaya çalışıyordu... Kamaşmış gözlerimizin önüne, bilimin büyüsünü ve buluşlarının mucizesini seriyordu. Işıltısını bir an için gözlerimizle görmüş, bizi kendine çağıran sesini ürkek kulaklarımızla işitmiştik. Kendimizi, büyük bir ziyafetteki köylüler gibi, küçük ve yabani görüyorduk. Ama yine de bu parlaklıktaki soğukluğu ve bu yakınlaşmanın bize ne kadar pahalıya mal olacağını içimizden sezmiyor değildik.(3)
(3) Leon Sciaky, Farewell to Salonika (Selanik'e Veda)
Bu arada Mustafa bir süre için, Selanik'ten ayrılacaktı. Ali Rıza Efendi, sermayesinin geri kalanını da tuz ticaretinde yiyip bitirmişti. Yeniden memurluğa dönmek için başvurdu; almadılar. Kendini içkiye verdi, barsak veremine yakalandı ve üç yıl süren bir hastalıktan sonra öldü. Zübeyde Hanım çok zor durumda kalmıştı. Mustafa'yı okuldan aldı; kızkardeşi Makbule ile beraber, Selânik'in otuz kilometre kadar ötesinde Dangaza yakınlarında bir çiftlik işleten ağabeysi Hüseyin'in yanına götürdü. Burada, ovanın yazın kurak, kışın batak olan kırmızı toprağında çeşitli ekinler yetişiyor ve hasattan sonra ekin diplerinde hayvanlar otluyordu. Mandalarla çift sürülürken peşlerinden giden uz.un bacaklı leylekler sapan izlerini gagalıyor ve gıcırtılı kağnılar ürünleri pazara taşıyordu. Yeşilliğin, toprağın, suyun ve gübrenin kokusunu içine çeken Mustafa, ömründe belki ilk kez toprağa ve doğaya karşı bir sevgi duymaya başladı. Açık havada yaşamaktan hoşlanıyor, çiftlik işlerinin kolayca üstesinden geliyordu. En yakın arkadaşı, tombul, dikkafalı, sözünü sakınmaz ve ağabeysinden daha iri bir kız olan Makbule'ydi. İki kardeş sık sık kavga ederlerdi. Gündüzleri, iki çocuk tarlada bir kulübede oturarak fasulyelere dadanan kargaları gözleyip kovarlar; kış geceleri de ocak başında, ateşin yanındaki bir çuvaldan aldıkları kestaneleri kavururlardı.
Bu sağlıklı çiftlik hayatı Mustafa'ya yanyordu. Kasları gelişmiş, güçlenmişti. Yemek boldu. Dayısı Hüseyin de iyi bir insandı. Ama Mustafa, çok geçmeden sıkılmaya başladı. Bu köylü yaşamından hoşlanmıyordu. Zekâsı uyanmaya başlamıştı. Artık bir şeyler öğrenmek istiyordu. Oysa, eğitimi büsbütün geri kalmaktaydı. Köyde öğretmen olarak yalnız. Müslüman hoca ile Rum papazı vardı ki, bunların arasında da büyük bir fark yoktu. Mustafa'yı sırayla ikisine de gönderdiler. Ama, Mustafa kendisine yabancı olan Rumcayı sevmedi, Hıristiyan çocuklarının soğuk davranışları da gururunu incitti. Kısa bir süre de hocaya gittikten sonra: 'Ben medresede okumam,' diye diretti. Zübeyde Hanım ona özel bir öğretmen buldu, ama, üç gün sonra Mustafa, adamın bilgisiz olduğunu ileri sürerek ondan ders almayı reddetti. Arkasından bir komşu kadın ders verme önerisinde bulundu. Ama, Mustafa bir kadından ders almak istemiyordu.!
Zübeyde Hanım, artık oğlunun doğru dürüst bir eğitim görmesi gerekililiğini iyice anlamıştı. Mustafa'yı yine Selânik'e, teyzesinin yanına gönderdi. Mustafa, Selanik Mülkiye Rüştiyesine devam etmeye başladı ama, burada da uzun süre kalmadı. Bir gün çocuklar, aralarında kavgaya tutuşmuşlardı; Arapça öğretmeni Kaymak Hafız, onu elebaşı yerine koyarak fena halde dövdü ve yara bere içinde bıraktı. Mustafa buna adamakıllı içerledi. Okula gitmeyi reddetti. Büyükannesi de onun tarafını tutarak, Mustafa'yı okuldan aldı. Mustafa bu arada, ne olmak istediğini yavaş yavaş kestirmeye başlamıştı. Çocukluğundan beri dış görünüşüne düşkündü; şimdi giyinişine ve üstünün başının temizliğine daha da önem veriyordu. Öğrencilerin giymek zorunda oldukları şalvarlı, kuşaklı geleneksel giysi sinirine dokunmaya başlıyordu. Bu, artık modası geçmiş bir üniformaydı. Oysa sokaklarda bıyık burup caka satmak, azametli bir tavırla kılıçlarını kaldırım taşlarına vurup şakırdatarak geçerlerken kendilerini saygıyla izlediği askerlerin üniforması buna hiç benzemiyordu. Mustafa onların sorguçlarına, güvenlerine, üstün durumlarına, yabancılarla dolu bir şehirde, Türklüklerini ortaya koyuşlarına özenerek bakıyordu.
En çok imrendiği, Askerî Rüştiye'ye giden ve üniformasıyla caka satan Ahmet adındaki komşu çocuğuydu. Bu arada annesi de Selânik'e dönmüştü. Mustafa, askerî okula gitmek için ona yalvardı. Ama Zübeyde Hanım kabul etmedi. Oğlunun, Peygamber'in izinden gitmesini yürekten istemişti. Ama Mustafa bunu yapmayacaksa, hiç olmazsa babasının başaramadığı işi başarmalı, tüccar olmalıydı. Zübeyde Hamın da her ana gibi savaştan, ölümden ve her Osmanlı askerinin başına gelen bitmez tükenmez sürgünlerden korkuyordu. Hele, olur a, bir de rütbe alamazsa...Ama, Mustafa'ya söz dinletmek kolay değildi. İsteğini komşu çocuğu Ahmet'in binbaşı olan babasına gizlice anlattı ve onun yardımıyla, annesine haber vermeden. Askerî Rüştiye'nin giriş sınavlarına katılmayı başardı. Sınava çok sıkı çalışmıştı. Girdi, kazandı ve böylece Zübeyde Hanım'ı bir olupbitti ile karşı karşıya bıraktı. Ama yine de okula yazılabilmesi için annesinin imzalı iznini alması gerekiyordu. Mustafa aklını kullanarak, annesine, babasının doğumunda ona bir kılıç armağan etmiş ve bu kılıcı, beşiğinin başucuna, duvara asmış olduğunu hatırlattı. Bunun tek bir anlamı olabilirdi: Babası, onun bir asker olmasını istemişti. Mustafa bir kahraman tavrı takınarak annesine, 'Ben asker olarak doğdum,' dedi, 'asker olarak öleceğim.'
Zübeyde Hanım yumuşamaya başlamıştı. En sonunda ona kararını verdiren, tam zamanında gördüğü bir rüya oldu. Rüyasında oğlunun bir minarenin tepesinde, altın bir tepsi içinde oturduğunu görmüştü. Minareye doğru koşarken, kulağına bir ses geldi: 'Oğlunun asker okuluna gitmesir izin verirsen, hep böyle yüksekte kalacak. Vermezsen yere atılacak,' diyor du. Oğlunu askerlikte parlak bir geleceğin beklediği anaya malûm olmuştu. İsteğini yerine getirdi, gerekli kâğıdı imzaladı, Mustafa saygı ile onun elini öptü, annesi de ona hakkını helâl etti. Böylece Selanik Askerî Rüştiyesine girmiş oldu. Mustafa, şimdi on ikisine gelmişti. Ailesinin elinde altı yıldır geçirdiği çeşitli öğrenimlerden sonra, mesleğini kendi seçmişti. Bu seçimde de yanılmamıştı. Subay sınıfı, ülkenin seçkin tabakası sayılıyordu. Ödenekleri padişah tarafından sağlanan askerlik akademileri, öğrencilerine yalnız askerlik konusunda değil, tarih, iktisat ve felsefe konularında da temel bilgiler veren eğitim yuvalarıydı. Bunlar, toplumun bütün sınıflarını içine alan demokratik kuruluşlardı. Öğrenciler ancak yetenek ve değerleriyle yükselebilirlerdi. Bundan başka okulu bitirenler orduya girdikleri vakit seyahat etmek, dünyayı görmek ve yaygın Osmanlı İmparatorluğunun ücra köşelerindeki insanların nasıl yaşadıklarını öğrenmek olanağını da buluyorlardı ki, bu, sivillerin kolay kolay elde edemedikleri bir fırsattı.
Mustafa, derslerini çok kolay buldu ve çabuk kavradı. En sevdiği ve en iyi başardığı ders, matematikti. Sınıf arkadaşları henüz basit aritmetik konularıyla uğraşırlarken o, cebir problemlerini bile çözmeye başlamıştı. Kendi adı da Mustafa olan matematik öğretmeni, onu, bu alanda kendisine eşil sayacak kadar takdir ediyordu. Küçük Mustafa, güç matematik sorulan bulup büyüğüne verirdi. Bir gün öğretmen, adları birbirinden ayırt edilsin diye, eski bir Türk göreneğine uyarak, öğrencisine ikinci bir ad taktı. Geniş anlamıyla 'olgunluk, eksiksizlik' demek olan 'Kemal' adını seçti. Bu ad, ölünceye kadar onda kalacaktı. Bazen öğretmeni, dersleri iyi bildiklerini öne süren çocukları, ötekilerin önünde sınava çağırırdı. İçlerinde bu cesareti gösterebilen pek azdı. Yalnız, öğretmenlerinin bile kendinden üstün olabileceğini kabul etmeyen Mustafa, hemen kalkar ve sınıfın en iyi öğrencisi olduğunu ispatlardı.
Mustafa Kemal, çabucak çavuş rütbesine yükseldi. Artık, öğretmenin yokluğunda onun yerine geçiyor, karatahtanın önünde arkadaşlarına ders veriyordu. Öğretici yaradılışta olduğu için, öğretmen rolünde hiç yabancılık çekmiyordu. Olgun davranışı onu arkadaşlarından ayırıyor, ötekiler gibi bir çocuk olmadığı belli oluyordu. Büyük sınıflardaki çocukların arkadaşlığını yeğlediği için, kendi yaşıtları arasında pek az arkadaş edindi. Renginin o alışılmamış sarışınlığı, yalnızlığı, o mavi gözlerindeki ağır, gururlu, hatta küçümseyici bakış, ona, sanki apayrı bir yaratık niteliği veriyordu. Otoriteye içgüdüsüyle karşı geliyor; öğretmenleri ona söz geçirmekle güçlük çekiyorlardı.
Bir Makedonyalının Doğuşu, Lord Kinross, Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu